ÂŞIK MUSTAFA RUHANİ’NİN AĞZINDAN HAYATI

ÂŞIK MUSTAFA RUHANİ’NİN AĞZINDAN HAYATI

ÂŞIK MUSTAFA RUHANİ’NİN AĞZINDAN HAYATI

Türk halk edebiyatının ve aşıklık geleneğinin günümüzde yaşayan en önemli temsilcilerinden birisi olan Aşık Mustafa Ruhani’nin kendi ağzından hayat hikayesini dinleyerek hiçbir ekleme ve çıkarma yapmadan kısa bir otobiyografi şeklinde siz değeli okurlarla paylaşmayı bu büyük üstadın daha iyi anlaşılabilmesi için kendisiyle röportaj yapmak yerine nota not ağzından çıkan sözleri yazıya aktarmayı daha uygun bulduk.

Asıl adım Mustafa Temel, 1931 yılında Erzurum’un Tortum ilçesine bağlı Aşağı Sivri köyünde dünyaya geldim. Babam, aynı köyde çiftçilikle uğraşan, nalbantlık, duvar ustalığı, hızarcılık gibi işlerlede yapan Ahmet, annem ise Ayşe Hanım’dır. İkisi kız, dördü erkek olan altı çocuklu ailenin ikinci çocuğuyum. Çocukluk yıllarında köy imamından Kuran dersleri almaya başladım. Bir süre sonra Kuran’ı ezberlemek için çaba harcamama rağmen tamamlayamadım. Köyümde okul olmadığı için ilkokul öğrenimimi yapamadım, ancak daha sonra arkadaşlarımın yardımıyla yeni harfleri öğrendim.

O yıllarda Mehmet amcam otururken, çalışırken sıkça okuduğu veya mırıldandığı iki şiir vardı bunlardan birisi;

Şol cennetin ırmakları

Akar Allah deyu deyu.

Mısralarıyla başlayan Yunus Emre’ye ait şiir, diğeri de Narmanlı Aşık Sümmani’ye ait olan ve Arzu maksuduma, firkat ahıma

Nöbet geldi varmadan mı gideyim.

Yüzüm sürüp bu dem adil şahıma

Derde şifa sormadan mı gideyim.

dörtlüğü ile başlayan şiirdi. Bu şiirleri amcamdan sıkça dinledim. Dolayısıyla bende şiire karşı bir sevgi ve tarif edilemez bir ilgi uyandı. Zamanla “Ben de bu tür şiirleri söyleyebilir hale gelsem.” diye çok niyazda bulundum. Tenhalarda çokça ağlayıp dolandım. Bunlar, çocuk ruhumun estetik kaygılara bürünerek dışa yansıyan, ama adı konulamayan ilk ve basit düzeydeki arzularıydı. Bu şiirleri dinledikçe ruhumda bazı kıpırdanmalar hissettim. O dönemlerde sıkça rüya görmeye başladım. Günlerce süren rüyalarımda nurani bir adam gelip her defasında bana uzun bir elbise giydirip uzaklara, dağlara çıkardı. Sonra, kitaplarla dolu olan bir eve götürdü ve güzel bir kız ile görüştürdü.

Henüz 10 yaşındaydım. 1941 yılının Mayıs ayında arkadaşlarımla oynarken elime patlamamış bir dinamit kapsülü geçti, merak edip oynarken kapsül patladı. Sanki savaş alanında gibiydim. Sağ elimin parmaklarını ve sol gözümü hissetmiyordum. Ulaşım imkânlarının yetersiz olduğu o günlerde kağnı ile Erzurum’a getirildim. Numune Hastanesi’nde bir süre tedavi gördükten sonra köyüme getirdiler. 1943 yılında sağ gözümde de rahatsızlık hissettim. Yapılan tedavilerden sonuç alamadılar ve sağ gözümün görme yeteneğini de büyük ölçüde kaybettim. Bu olaydan sonra belirgin bir biçimde içime kapanma oldu. Organlarımdan birini kaybetmenin üzüntüsüne hastane kapılarında ki acıları da eklerseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Yoksulluk içinde kıvranan bir ailenin çocuğu olarak bunlara katlanmak zorunda kaldım. Hayatımın akışını değiştiren dinamit kazasından sonra büyük acılar çektim. İlk gençlik yıllarım da rüyalarımda gördüğüm nurani adamın tanıştırdığı kız ile görüşmeye devam ettim. Bir hayal perisine benzettiğim sevgilimin aniden gözden kaybolması üzerine “hani ne oldu, nereye gitti, o bir ruh muydu?” diye sorunca nurani adam bana “Senin adın Ruhani olsun” dedi. Bu dönemlerde tenhalarda gezmeyi alışkanlık haline getirdim. İçimden hep ağlamak geliyordu.

Çoğu zaman gözyaşlarımı tutamayarak Allah’a yalvarır ve âşık olmak, Sümmaniler, Yunus’lar gibi şiir söylemek istediğimi gökyüzüne haykırıyordum. Bazen basit düzeyde kafiyeler meydana getirerek ahenkli sözler söylüyor, birkaç mısralık kırık dökük şiir denemeleri yapıyordum. Yakın komşumuz, Haydar Çavuş beni severdi. Bu hallerim dikkatini çekti. Âşık tarzı şiir geleneğini bilen ve eski âşıklara ait çok sayıda şiiri ezberlemiş olan Haydar Çavuş, bir gün beni yanına çağırdı ve bundan sonra sana bildiklerimi öğreteceğim dedi. Zamanla, bildiklerini öğretmeye başladı. Sonra, “Ben bir mısra söyleyeyim, sen de ona uygun kafiyeli bir mısra söyle” diyerek beni çoğu kez denerdi. Sonra bana, tahta parçasından basit bir saz yaptılar. Halil Polat adlı komşunun askerlik dönüşünde getirdiği ince telefon telgraf telleri bağlandı. Böylece dertlerimi unutacağım ve oyalanabileceğim bir oyuncağım olmuştu. Saza benzeyen bu alet eşliğinde çeşitli türküleri mırıldamaya ve kendiliğimden de bazı şiirler söylemeye başladım. Zaman ilerledikçe çevremde âşık olarak tanınmaya başladım. Zamanla çeşitli düğünlere, eğlencelere çağırdılar, ancak henüz ileri düzeyde saz çalamıyordum. Tortum’un Bağbaşı köyünde oturan ve Ayazi mahlasıyla şiirler söyleyen Muharrem Usta’nın Aşağı Sivri köyüne yaptığı bir ziyaret, benim için ele geçmeyecek bir fırsattı. Muharrem Usta, epey bir uğraş sonrası saz çalma ile ilgili genel kuralları öğretti.

Amcamın, komşusu Halil Çavuş’un ve Bağbaşı köyünden Muharrem Usta’nın katkılarıyla âşıklık sanatına iyice ısındım. Lakin, bu konuda önümde duran en önemli sorunum babamdı. Babam, saz çalıp şiir söylememi ve aşık gibi tanınmamı istemiyordu. Babam, fazlaca duygusal bir kişilik kazanıp derbeder bir hayata düşmemi istemiyordu. Akrabalarımın ve komşularımın ısrarı ile babam zar zor ikna oldu. Yirmili yaşlarımda iken bir gün aile büyüklerimin de hazır bulunduğu bir ortamda , sazımı alarak babama hitaben şu şiirimi söyledim:

İzin ver elime alayım sazı

Mızrabım dokunsun telime baba.

Dağladı sinemi hasretin közü

Baksana savrulan külüme baba.

Sevda beni gelir tutar huy gibi,

İki gözüm yaş döküyor çay gibi,

Doğrulamam eğilmişim yay gibi,

Felek tekme vurdu belime baba.

Ruhani’yim oldu yolum dolaşık

Aşkın şerbetinden içtim bir kaşık

Hem yaralı hem yaslıyım hem âşık

Bırak beni kendi halime baba.

Bu, benim “Ruhani” mahlasımla yazdığım ilk şiirim oldu. Babamın nezdinde ve aile içinde de meşruiyet kazanınca âşıklık, bundan sonra benim için bir meslek haline geldi. Rüyamda gördüğüm nurani adam tarafından verilen “Ruhani” mahlası ile şiirler söylemeye devam ettim. 1955 yılının bir Haziran gününün sabah saatlerinde sazımın bakımıyla uğraşırken kısmen görebilen sağ gözümü de aniden karardığını hissettim.Odanın pencerelerine bir perde çekildiğini zannettim. Zar zor dışarıya çıktım, yine bir şey göremediğimi anladım. Tekrar içeriye geldim ve bir süre ağladıktan sonra şu şiiri söyledim;

Tül perde zannettim ilk bakışımda.

Bir örümcek penceremi ağlarken.

Nurlu güneş sen kararma karşımda

Kader benim gözlerimi bağlarken.

Bir ağır yaraya düştüm elaman,

Yerinden üzemez hiçbir pehlivan.

Kurtlar kuşlar bile kurdular şivan,

Felek beni sitem ile dağlarken.

Ben derdimi döksem dayanmaz yürek

Ne yaprak yeşerir, ne açar çiçek.

Ne kuşlar ötüşür, ne uçar sinek

Ben çekilip bir köşede ağlarken.

Seyhan, Ceyhan akmaz Fırat mı yürür,

Murat geri teper Dicle de kurur,

Kızılırmak coşmaz Sakarya durur,

Ruhani’nin gözyaşları çağlarken.

Mustafa Ruhani olarak, ilk karşılaşmamı Aşağı Sivri köyüne gelen Narmanlı Âşık Divani ile yaptım. Daha sonra çok sayıda âşıkla karşılaşma fırsatı buldum. Başta Konya Âşıklar Bayramı olmak üzere Türkiye’nin birçok ilinde düzenlenen âşık toplantılarına ve yarışmalara katıldım. Bu toplantılarda kendimi kanıtlayarak çeşitli ödüller aldım. Yurt dışında da çeşitli programlara katıldım. Almanya, Belçika, Hollanda ve Fransa’da programlar yaptım.

Âşık tarzı şiir geleneğinin gelecek kuşaklara aktarılması için çaba harcayanların yanında olmaya çalıştım. Her fırsatta genç meslektaşlarıma tecrübelerimi aktarmaya gayret ettim. Ruhani olarak, yetiştirdiğim çıraklarla da geleneğe katkıda bulunmaya gayret ettim.

Saz çalma ve hazırlıksız şiir söyleme yeteneğimizi ilerleyen zamanlarda artırırken bu arada da hikâye musannifi ve anlatıcısı olmaya gayret ettim. Kendi tasnifim olan Nergis Hanım, Yetim Esma, Yusuf Çavuş ve Zülbiye Hatun hikâyelerinin yanı sıra klasik halk hikâyelerinden birkaçını ve son dönemlerde anlatılan hikâyelerden bazılarını da çeşitli yerlerde anlattım. İki kez evlendim. 1958 yılında gerçekleştirdiğim ilk evliliğimin altıncı ayında iken eşimi kaybettim. Sonra, 1961 de ikinci kez evliliğe adım attım. Üç kızım ve bir erkek çocuğum var. Halen Erzurum’da ikamet etmekteyim, çeşitli âşık toplantılarına sık sık olmasa da katılarak sanatımı icra etmeye çalışıyorum.

 

Âşık Ruhani

Küçükken tanıdım,elinde sazı

Sözleri manalı,hoştu avazı

Divana vururken,atıştı bazı

Âşıklar ilinde, âşık Ruhani

Edeb denizinde, yıkanıp gelmiş

Ne güzel söylemiş,ne güzel demiş

Nice şiirlerde, aşkı bezemiş

Âşıklar dilinde, âşık Ruhani

“Hop bala” diyen de, coştum oynadım

“O gelen babamdır” dedim ağladım

O yanık sesine,düzen bağladım

Âşıklar telinde, âşık Ruhani

Hakkının gönlünde,tahtını kurmuş

Doğruyu söylemiş,hakkı savunmuş

Gönülden görmüş, öyle avunmuş

Âşıklar yolunda, âşık Ruhani

Diyar diyar gezip,saza vuran da

Mevsimler değişip,güze vuran da

Yokuşlar inilip, düze vuran da

Âşıklar kolunda, âşık Ruhani

Bazen öne çıkmış,bazen saklanmış

Badeler verilmiş, yolu aklanmış

Muamma denilip,ilmi yoklanmış

Âşıklar gölünde, âşık Ruhanî

Erzurum ilidir, Tortum ilçesi

Güllerle bezeli,gönül bahçesi

Değerler cem’inde, geçer akçesi

Âşıklık dalında, âşık Ruhani

Türk Halk Edebiyatının ve Erzurumlu Âşıklar sofrasının yaşayan efsanelerinden Âşık Mustafa Ruhanî’ye Rabbim hayırlı uzun ömürler versin…O büyük ustaya yazılmış ithaf şiirimdir.                                                                                           KALEME ALAN:Selim ADIM

                              

Share this content:

ERZURUMLULAR