SARIKIZ EFSANESİ

SARIKIZ EFSANESİ

DAĞLARI BEKLEYEN KIZ

Afrodit, saltanatlar sürmüş mavi tepende; 
Yakup’un rüyasından bir ateş gizli, sende,
 
Şahikanda yaşamış efsane dünyaları
 
Senden birer parçaymış kâinatın dağları
 

……

Bin bir çiçek açarken ormanlarında yer yer, 
Saçlarını taramış, körfezinde periler
 
……

Sarıkız’ın derdiyle çatlamış kayaların,
Sarıkız’ı anarak esiyormuş rüzgârın,
Taşında ve suyunda ağlıyor onun sesi,
 
Zümrüt tepelerinde Türkmenlerin Kâbe’si.
 

……

Böyle anlatır Ömer Bedrettin UŞAKLI Sarı Kızı efsanesini SARI KIZ MERMERLERİ şiirinde. Öyle bir efsanedir ki, dinleyip te unutan hiç görülmemiştir. Hatta onun yaşadığı yerleri görmek için, onun ruhunu, sesini duymak ümidi ile yalçın kayalıkları aşmışlar…

 

Meşhur Kaz Dağları, yalçın kayalıkları ve efsanesi ile ünlü KAZ Dağları. Allahın özene bezene yarattığın doğa harikalarından bir bölge Kaz Dağları. Hem bölge ünlü hem insanları güzeldi. Hatta ilk güzellik yarışmasının burada yapıldığı söylenir. Öyle günümüzde ki yarı çıplak kızların binlerce insanın gözleri önünde sergilenmesi ile yapılan güzellik yarışması değil.

Onlarca insandan oluşan çokbilmiş jüriler yoktu o zaman. Bir tane seçici üyesi vardı bu yarışmanın. Çanakkale Boğazının girişinde bulunan Truva Kralı Priamos’un oğlu Paris’ti bu tek kişilik jüri.

Paris, Priamos’un karısı Hekabe’den doğan küçük oğludur. Kraliçe onu doğurmadan bir gün önce bir rüya görür. Karnından çıkan bir alev Truva surlarını sarıp bütün şehri yangına çevirmiştir. Falcılar bunu kötüye yorarak doğacak çocuğun bütün şehrin yakılıp yıkılmasına sebep olacağını söylemişler. Bebek doğunca rüyanın etkinden kurtulamayan Priamos kurtlar kuşlar yesin diye onu bir uşağı ile İda dağına bıraktırmış. Fakat umdukları gibi olmamış, bir dişi ayı Paris’i sahiplenmiş, inine götürüp emzirmiş ve onu büyütmüş. Bir süre sonra dağlarda koyunlarını otlatan bir çoban onu bulmuş, alıp evine getirmiş ve ayı dan sonra çobanın rastlaması Paris’in hayatını kurtarmış ve çobanın çocukları ile büyümüş. Paris, büyüdükçe çok yakışıklı olmaya başlamış ve İda dağında yakışıklılığı ve çalışkanlığı ile ünlü bir çoban olmuş, sürülerine iyi baktığı için ona koruyucu anlamına gelen Alexsandros adını takmışlar.

Paris yakışıklı bir çoban olarak ünlenirken O sıralarda Peleus ile Thetis’in Olimpos’ta yapılan düğün töreni yapılmış. Düğünde kötü bir olay çıkmasın diye kavga tanrıçası Eris çağrılmamış. Buna kızan Eris bir altın elmanın üzerine “en güzeline” diye yazarak düğün yapılan mekânın ortasına atmış.

Hera Athena ve Aphrodite’ten her biri en güzel tanrıçanın kendisi olduğunu iddia ederler ama işin içinden çıkamazlar. Bu işin kavgalara sebep olacağını fark eden Zeus tanrıçaların en güzelini seçmek için Paris’i hakem tayin eder ve Tanrıçaları Tanrıların rehberi Tanrı Hermes ile İda dağına gönderir. Tanrıçaların her biri Paris’e altın elma karşılığında bir bağışta bulunmaya söz verir. Hera Asya Krallığını, Athena sonsuz akıl ve savaşta yenilmezliği, Aphrodite ise Spartalı Helen’in aşkını vaat etmiş. Paris elmayı Aphrodite vermiş o günden sonra da Helen’in aşkı ile yanıp tutuşmuş. Yarışmaya katılıp ta kaybeden tanrıçalar Paris’in başına öyle işler açarlar ki ünlü ozan Hommer Parisi’in hikâyesinden etkilenerek dünyanın ilk destanlarından olan İlyada ve Odise’yi yazar.

 

Ünlü ozan Homer’in İlyada ve Odesa’sı işte bu dağlarda yaşayan bir Türkmen Çobanın kızının hikâyesidir…

 

SARI KIZ EFSANESİ.

Vaktiyle Kaz Dağlarında yer alan köylerin birinde yaşayan bir çobanın çok güzel bir kızı vardır. Elma yanaklı, kiraz dudaklı, hurma burunlu, lepiska saçlı, kalem kaşlı, ay yüzlü, tatlı sözlü bir kızdı.

Daha on dördüne gelmeden isteyenler sıraya girmişti bile. Kendi köylerinden ve çevre köylerden de isteyenler vardı. Hatta kızın güzelliğini duyan, beyler, sultanlar oğullarına almak istiyordu ama Sarı Kız hiç birine “evet” demiyordu.

Sarı Kız Allahın verdiği güzelliği hemen evlenip çoluk çocuğa karışarak ziyan etmek istemiyor, bir müddet daha baba evinin sefasını sürerek kendince hür bir hayat sürmek istiyordu.

Babası her vakit namazında Hacca gidebilmek için Allaha yalvarmaktadır. Gün gelir Babaya Hacca gitmek nasip olur. Kızını komşusuna teslim eden babanın içi rahattır. Gel gör ki su uyuyup düşman uyumamaktadır. Güzelin ve zenginin düşmanı çok olur derler ya gerçekten de öyle oldu. Sarı kızı isteyip te “evet” cevabı alamayanlar onu incitmek için merhametsizce karalama yoluna gittiler. Hem de öylesine karalama ki; “kötü yolda ilerliyor, babasını saymıyor, ortalığın malı” gibi hiçbir vicdana sığmayan karalamalar yapıyorlardı.

Sarı kızı görüp sevdalananlar yemiyor, içmiyor güne Sarı kızla başlayıp akşamı Sarı Kız’ la bitiriyorlardı. Sevdasını anlatmak güzel elbette, güzel şeyler ile anmak onu anlatarak sevdayı yüceleştirmek başka güzel ama öyle olmuyordu çoğu kez. Vicdansız insanlar, yüz bulamayınca sevdanın güzelliğini bırakıp Sarı Kızın namusu ile oynamaya başladılar ve dillerine olur olmaz uydurma hikâyeler doladılar. Bir kere dillerine doladılar ya kurtulabilene aşk olsun… Kaz dağları büyük ama köy küçük, Sarı kızın güzelliği büyük ama vicdanlar küçük, çeşit çeşit uydurma hikâyeler ile Sarı kızı karalamaya başladılar. Sarı kızdan yüz bulamayan vicdansızlar “kötü yola düştü” diyorlar başka bir şey demiyorlardı.

Kimse ile bir ilişkisi olmayan hatta kız arkadaşı bile olmayan Sarı kız, babasında bir takım değişikliklerin farkına varıyor ama anlayamıyordu. Babası, zavallı adam kızına kıyamıyor ama işin içinden de çıkamıyordu. Babası bu dedikoduları defalarca duyunca el içine çıkamaz oldu. Yüzü kara olmuştu, kızının bahtı ak olsun diye dua ederken, bahtı kara olmuştu. Kimsenin odununa yaş, tavuğuna kış demeden kendi halinde yaşayan baba- kız bu durumu kendilerine bile anlatamıyor, geceleri, gündüzleri zindan olmuş şekilde işin içinden çıkamıyorlardı.

Zavallı Türkmen Çoban günlerce düşündü ve kendince bir çare buldu. Önüne dört kaz aldı, kızını da ardına taktı, kızına hiçbir şey söylemeden sessiz bir yolculuğa çıktılar. Uzun bir süre dağlarda yol aldılar, bu arada baba kız tek kelime etmeden sanki küsmüşler gibi konuşmadan uzun bir yolculuğun ardından başı her zaman dumanlı olan Kazdağılarının doruğuna vardılar.

Çoban öylesine dedikodulara inanmıştı ki, kızını Kaz otlatmak bahanesi ile kenara götürüp, yalçın kayalıklardan aşağı atacak, Sarı Kızı ortadan kaldırıp, “namusumu kurtardım” diye alnı açık, yüzü ak köyüne dönecekti. Ama olmadı, yapamadı, baba yüreği bu, dayanamadı. Kızına doğru döndü, onu son bir kere seyretti, boynunu büktü, elinden gelen tek şey onu ortadan kaldırıp yüzü ak olarak geri dönmekti. Aslında Sarı Kızın güzelliğinden başka bir suçu yoktu. Baba olarak ona hiçbir kötü şeyi layık göremiyordu, buğulanan gözlerini görmesin diye arkasını döndü kızına.

Çoban; o güne kadar kimseyi incitmemiş, canlı bir karıncayı bile ezmemişti. Nerede kaldı ki, güzeller güzeli biricik kızını öldürsün. Gözlerinden iki damla yaş geldi, elinin tersi ile sildi “en iyisi onu bu dağ başında bırakayım, elbet kurt –kuş yer, oda kurtulur bende” diye düşündü ve “Kızım, ben köye dönüyorum. Orada bıraktığımız hayvanlarımız susuz yemsiz perişan olurlar, hatta ölürler, ben gideyim de onlara bakayım, yemlerini sularını vereyim. Sen burada kal. Kazları otlat. İki güne kalmaz döner gelirim.” Dedi.

Kızına sıkı sıkı sarılan Çoban gözlerinde ki yaşı belli etmemeye çalışarak boynu bükük, yüreği buruk bir şekilde oradan uzaklaştı. Sarı Kız sanki bunları daha önce yaşamış gibi biliyor ve başına gelecekleri görebiliyordu ve oda babasına sıkı sıkı sarıldı, “bir daha karşılaşmayacağız” der gibi onu bırakmak istemedi ama çoban gitmekte kararlı idi, hafifçe kızını itekleyerek yoluna devam etti.

Gidiş o gidiş. Çoban dünyalar güzeli kızını bir daha ne aradı, ne sordu. O sert poyrazları bol, yağmuru fırtınası eksik olmayan Kaz dağlarının başında Sarıkız nasıl yaşadı? Ne yedi? Ne içti? Kurttan Kuştan kendisini nasıl korudu, babası da kimselerde bilemedi. Arada köylülerden birileri onu gördüğünü söylüyor ama nasıl yaşadığını anlatamıyorlardı. Zaten anlatabilecek kimse de yoktu, onu gördüm diyenler birkaç gün kendilerine gelemiyorlar ve nasıl, nerede gördüklerini kimselere anlatamıyorlardı.

Yıllar yılı kimse anlayamadı onun nasıl yaşadığını, yalnızca onunla çok ilginç bir şekilde “karşılaştım” diyenler sadece “Sarı kızı gördüm” diyorlar nasıl gördüklerini anlatmaya gelince, sadece akıllara sığmayan bu durum olduğunu ama söyleyip bir türlü izah edemiyorlardı. Onu gördüm diyen insanların anlatamadıkları durumları herkes merak ediyor ama açıklayamıyorlardı. Anlaşılan oydu ki; Sarı Kız ölmemiş, Yalçın kayalıklardan oluşan Kaz Dağlarının başında aç kalmış ve ateş gözlü kartallar, açlıktan ağzından köpükler çıkan kurtlar arasında Kaz Dağlarında hayatını sürdürüyordu.

Kış mevsiminde köyden kente gidenler akşamın kör karanlığında köylerine dönerken, kışın dağda fırtınaya yakalandıkları zaman ya “karanlıkların içerisinden bir kız ansızın karşımıza çıkıverdi, bizleri donmaktan ve azgın kurtlara yem olmaktan kurtardı, peri kızı mıdır, ermiş evliya mıdır” diyorlar ya da “ fırtına deresinden geçerken azgın sular bizi sürükledi, sanki suyun karşı tarafından bembeyaz elbiseler içerisinde bir kız çıktı, hepimizin ellerini tutarak kenara çekti” gibi destansı bir güzellikle onu efsaneleştirecek hikâyeler anlatıyorlar, yemin billah ederek gördüklerinin doğruluğunu teyit etmeye çalışıyorlardı. Hatta kazları ile dolaşırken köylülerin kazlarından şikâyet ettiğini öğrenir. Sarıkız eteğine doldurduğu taşları saçarak bir duvar oluşturup Kazların önünü keser ve bir daha kazlar aşağılara kadar inmezler. Kaz avlusu olarak bilinen bu yerde yapılan kazılarda taş duvar kalıntıları bulunmuştur.

Sarı Kızın babasının yüreği evlat acısı ile sızlıyor ama o devirde çok zalim olan insanların yüzünden yıllar önce dağ başına bıraktığı evladını gidip getiremiyordu. Bu anlatılanları dinlediği zaman kızının hala yaşıyor olması için dualar ediyor ve hatta yaşadığını hayal ederek umutlanıyordu.

Bir gece kızını karşısında görür gibi oldu, sanki kızı ellerini ona doğru uzatmış, hasretle çağırıyordu. Kan- ter içerisinde uyandı, sabah olmasını beklemeden yüreğinde kabuk tutmayan bir yara gibi sürekli kanayan bu yaranın iyileşmesi için kızını bulmak ümidi ile yalçın kayalıklardan oluşan Kaz Dağlarının doruklarına doğru yola düştü.

Kâh yürüyerek, kâh emekleyerek Kazdağı’nın doruklarına tırmandı. Orada kızını uzun uzun aramasına gerek kalmadı. Sarıkızı bir akça kayanın dibinde otururken buldu. Uzun uzun seyretti. “Ben bu işi nasıl yaptım, nasıl dayandım” diye içinden geçirirken gözlerinden inci tanesi gibi yaşlar akıyordu. Gözlerini sildi, kızın kendisini göreceği kadar yaklaştı, karşısına geçip oturdu.

Sarı Kız boş gözler ile babasına baktı, Uzun müddet ne kendisi bir şey konuşabildi, ne de Sarıkız. Sonra tek tek sözcüklerle konuşmaya başladılar. Dereden tepeden söz ettiler. Kazdağı’nın güzelliğinden ağaçlarının ululuğundan bahsettiler. Sarı Kız babasına “beni neden terk ettin, nasıl kıydın bana, hiç mi özlemedin” bile demedi. Geçmişi hiç kurcalamadılar.

Sabah olmuş, gün öğlene doğru tepelere yükselmişti. Çamların ve yalçın kayalıkların arasından Edremit Körfezi çok güzel görünüyordu. Çoban başını kaldırıp Güneşe baktı. “Öğlen namaz vakti olmuştur, abdest alıp, namazımı kılayım” dedi sessizce… Oturdukları yerden Körfez çok yakın görünüyordu ama on binlerce metre aşağıdaydı. Dağların başında abdest alacak suyu nereden bulacağını düşünen Çoban “kızım bana su getir de abdest alayım” dedi.

Peki, baba” dedi Sarı Kız. Oturduğu yerden hiç kalmadan yanında duran maşrapayı aldı, Edremit Körfezin doğru kolunu uzattı. Kolu uzadı, uzadı denize ulaşıp, maşrapaya suyu doldurdu. Babası suyun tuzlu olduğunu söyleyince testiyi vadiye doğru uzatıp yeni doldurduğu buz gibi suyu babasına verdi. Çobanın dili tutulmuştu. Babasına bu suyu dökerek abdest aldırdı.

Çoban, namazı nasıl kıldı, nasıl kılamadı hiç anlamadı. Namazın rekâtlarını şaşırdı, duaları karıştırdı, namazı kıldı ama kendinden geçti.

Namazını bitiren Çoban dağ da birkaç gün kaldı ve bir sabah kızına dönüp “hadi kalk beraber evimize gidelim, ben bu ayrılığa daha fazla dayanamıyorum” dedi. Sarı Kız köye dönmeyi reddetti. “hayır, baba benim meskenim bu yalçın kayalıklar, bu dağların başı, benden artık köye dönüş olmaz, Allah işini rast getirsin, sen köyüne ben dağlarıma yakışıyoruz” dedi.

Babası kuruyan dudaklarını konuşmak için kıpırdatmak istedi ama bir şey söyleyemedi. Sarı Kız haklıydı. Dedikodular yüzünden evladını ölüme terk eden bu insan köyüne tek başına döndü. Sarı Kızdan kimseye bahsetmedi. Yaptığı hatadan dönmek istemişti ama dönememişti. Kimseler onun bu suskunluğunu anlayamadı, günden güne sarardı soldu.

Babasına abdest suyu vermek için kilometrelerce uzaklıktan kolunu uzatarak denizden su alan Sarı Kız, sırrının ortaya çıkmasından sonra ortalardan kayboldu. Onu bir daha ne yaz yağmurundan kimseleri kurtarırken ne de karlı tipili zamanlarda gören olmadı. Tarih de kimler unutulmamış ki bir garip çoban kızı da unutulmasın. “Gelen gitmek için doğan ölmek için” derler ya işte Sarı Kız da her ölümlü gibi bir gün veda etti bu zalim, bu boş, bu değersiz insanları bağrında taşıyan dünya ya. Gel zaman git zaman Allah’ın günü çok bu günlerin birinde bir çoban tarafından ölüsü bulundu dediler. Sarı kıza iftiralar atarak hayatını karartan, gönüllerinde belki pişmanlık duyan, belki de cehaletlerinden olayın vahametini anlayamayan Türkmenler geçmişi unutarak toplanıp Sarı Kıza mezar kazdılar. Sarı Kız yakıştı mı toprağa onu yaradan bilir ama kıskanç, zalim, insanlar ona mezar kazdılar, kazdıkları mezarı da kutsal saydılar.

Ola ki bir gün yolunuz Kaz Dağlarına düşer de özellikle yaz aylarında Kaz Dağlarına bakarsanız ya da Kartalların uçuştuğu doruklara çıkarsanız orada bir mezar görürsünüz. Sarı Kızın mezarı olduğu söylenen rengârenk çiçeklerle kaplı bu mezar kubbeli, mermer kaplı, kapısı bacası olan muhteşem yapılmış bir anıt mezar değil dedik ya rengârenk çiçeklerle kaplı bir mezar. Kenarları taşla çevrilmiş, üzeri toprak kaplı, mazlum, sade, yalın, gariban bir mezar. Türkmenler Bahar aylarında buraya ziyarete çıkar, kır çiçekleri ile üzeri örtülü olan Sarı Kızı ziyaret ederler. Hatta bu kır çiçekleri oraya Sarı Kız için gelen vefasızlara bakmamak için boyunlarını bükerlermiş.

Efsane bu ya herkes bir şeyler ilave edermiş bu hikâyeye, mesela; geceleri ay ışığının kapalı olduğu zamanlarda denizden uzaktan geçenler Kaz Dağlarının doruklarında bir top ışık görürlermiş. Burası sarı Kızın mezarının olduğu mevki imiş. “Buralarda kim yok kimse yok ışık nereden olsun” diye söylenirmiş köyün bir zamanlar acımasız, zalim insanları. Sarı kızın dağlarda kurda kuşa yem olduğuna inanmak ister ona göre hikâyeler uydururlarmış.

Aslında, Sarı Kızın mezarında ışık yanmaz bir demet halinde gökten inermiş ve o ışık demeti her gece özellikle başı dumanlı dağlarda sis olduğu zaman daha kuvvetli yanarmış ve özellikle mezarın üzerini aydınlatırmış.

Sarı Kız, kendisine edilen iftiralara sabredip babasına karşı gelmeden kurdun kuşun içinde hayatını geçirmiş ve mükâfatını ebedi uykusunu her gece gökten direklenen nurlar içerisinde uyuyarak görmüştü.

Mağrur güzelliklerin ruhumda ve tenimde 
Senin yüksek başından dileğim var benim de;
 
Bir şey istemiyorum ne çiçek ne de çemen
 
……….

Bir parça istiyorum meşhur mermerlerinden.
Ne ceylan ne de ince Türkmen Dilberlerinden
Sarıkız’ın gözyaşı damlamış bir yerinden
Bir parça istiyorum meşhur mermerlerinden…
Güneşinde büyümüş bir dağ sümbülü için…
Toprağına gömdüğüm bir küçük ölü için…

İşte böyle bu dünya dan bir Sarı Kız gelmiş geçmiş, ama hikâye, ama gerçek, ister inanır ister inanmazsınız ama durum böyle işte. Haddini bilen, asla kendinin olmayan şeye tenezzül etmeyen birisi olmak, garibanları koruyup, mağdurlara kucak açmak, namus konusunda yanlış görünce “gözlerini yedi kere silmek” gibi bir şeyler var dünya da, kimseye çamur atmadan edebiyle yaşamak gerekir ve “dünyanın en tatlı çamuru dedikodudur” derler ya ne yazık ki bu tatlının özü gider izi kalır ama masum insanın hakkı kalmaz. Allah bir yerden çıkarır.

Bu efsanenin devamında bir ritüel var şöyle ki; Kaz Dağlarının zirvesi 800 yıldır süren bir geleneğe ev sahipliği yapıyor. Yöredeki Türkmen köylüleri her yıl, Ağustos ayının kutup yıldızının dünyaya en yakın olduğu günlerinde zirvede çadır kurup, kurbanlar kesiyor.

Akabinde kadınlar yöresel kıyafetlerini giyerek, üç gün boyunca kazanlarda kurban etinden yapılan yemekler pişiriyorlar. Çadırdan çadıra ikramlar ediliyor. Bu törenler süresince çadırların kurulduğu alana dışardan kimse gitmiyor. Herhangi bir yasak yok fakat çadır sakinleri yılda bir kez yapılan bu etkinlikte rahatsız edilmek istemiyorlar. Çadırlarda kalanlar, tahtacılar olarak bilinen, yörenin Türkmen köylüleri üç gün boyunca çadırlarda kalıyorlar ve Sarıkız Türbesi denilen yerde kurban kestikten sonra evlerine dönüyor.

Yunan mitolojisinde çok önemli bir yeri olan Kaz Dağları en az 800 yıldır, sessiz sedasız bu geleneğe ev sahipliği yapıyor. Geleneği yaşatanların başında Tahtakuşlar, Kavlaklar ve Yassıçalı köylüleri geliyor. Ancak diğer tahtacı köylüleri de küçük gruplar halinde bu etkinliğe katılıyor, Tahtacılar, isimlerinde de anlaşılacağı gibi ağaç işleriyle uğraşan köylüler Osmanlı padişahlarından Fatih Sultan Mehmet döneminde, bölgeye yerleştirilmişler ve Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethi sırasında kullandığı gemilerin tahtalarını imal ettiklerine inanılıyor.

Kurban adak töreninde Mayıs ayında toprak anaya, Ağustos ayında ana tanrıya kurban kesiliyor. 12. asırda geçen bir efsane olan Sarıkız (kurban kesilen yer) tapma yeri değil tapınma yeri. Kutup yıldızına dünyanın en yakın olduğu tarih Ağustos ayı. Ağustos ayının 15 ile 25’i arası orada Sarıkız törenleri yapılır. 

NOT: Efsane Çanakkale’ye bağlı Ayvacık ilçesinin Kavurmacılar Köyünde geçmektedir. Bugün Kavurmacılar’da yaşayan kimse kalmadığından muhtar mührü Kaymakamlığa teslim etmiş köyün adı kütükten silinmiştir. Sarıkızın babasının mezarının bulunduğu tepeye Baba Tepe, Sarı kızın mezarının bulunduğu tepeye de Sarıkız tepesi denilmektedir.

Zekiye ÇOMAKLI

Share this content:

Erzurum Araştırmaları