TÜRK ALTAY FELSEFESİNİN 30 AĞUSTOS’A YANSIMASI

TÜRK ALTAY FELSEFESİNİN 30 AĞUSTOS’A YANSIMASI

TÜRK ALTAY FELSEFESİNİN 30 AĞUSTOS’A YANSIMASI

Dünya ulusları, binlerce yıllık maddi kültürel yapılarının yanında, kendi felsefelerini de yaratmıştır. Yunan felsefesi, Mısır, Sümer, Hint Felsefesi birbirlerinden etkilenmiş; ancak kendi karakteristik düşünce sistemlerini de oluşturmuşlardır. Biz, hangi ülke ilk felsefeyi ortaya koymuştur tartışmasına girmeyeceğiz. Bu konuda felsefe emekçilerinden Laertli Diogenes’in, “Filozofların Hayatı” adlı eseri; Henry Dumery, Charles Warner, Ruben ve Hilmi Ziya Ülken gibi düşünürler, okuyucuya geniş bilgiler sunmuştur. Amacımız, tarihin derinliklerinde Türklerin de kendi felsefelerini ulusal DNA’larından, acunun yapısından, doğanın dilini çözmelerinden ve hayata, insanlığa, tüm canlılara bakışlarından hareket ederek oluşturduklarını anlatabilmektir. Sözgelimi düşünür William James Fransızlar ‘akılıcı’ dır, der, Amerikalılar uygulayıcı- faydacı, İngilizler deneyci, Türkler ise deneyci-akılcı anlayışa daha yatkındır, tanımlamasını yapar. Türk düşünürü Hilmi Ziya Ülken ise, “Türk Tefekkür Tarihi” adlı eserinde Türklerin karakteristik genlerinden yola çıkarak önemli tespitlerde bulunur. Bu tespitler, hele de günümüz Türkiye’sinde çok daha önem kazanmıştır. Neden önem kazanmıştır; çünkü günümüz dünyasında sanayide atılan adımlar, iletişimde, bilişimde gelinen nokta, kendi felsefi yapısını da yaratmıştır. Maalesef Türkiye bu gelişim devriminin içinde olamadığı için, hiçbir felsefi düşünce yapısı içinde de bulunamamıştır. Nedeni ise bu gelişmişlik, ‘sihirli değnek’ ile dokunularak elde edilmiyor; yılların deneyimi, insan altyapısı, akıl, bilim sonucunda ele geçiyor. Ne yazık ki Türkiye, arkasından aldığı rüzgara göre savrulan ülke konumuna düşmüştür. Bu rüzgar 1940’lardan beri esiyor. Bu düşünce şu anlama da gelir: Zengin Türk tarihi, ne yazık ki Cumhuriyet’e kadar kendi Türk düşüncesini yaratamamış; Cumhuriyet’le birlikte, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Tarihini inceletme teşebbüsü sonrası, yeni bir hüviyet kazanmıştır. Gazi’nin Türk tarihi ile ilgili okuduğu tüm kitaplardan elde ettiği sonuçları hayatında, düşüncelerinde, uygulamalarında ve askerlik hayatında uygulamıştır. Bu yüzden William James’in ve Hilmi Ziya Ülken’in tespitleri önemlidir, incelemeye değerdir. Bu tespitler bir bakıma Türk- Altay Felsefesinin de açılımıdır, diyebiliriz.

Türk- Altay Felsefesinin derinliğini 8 bin yıllık1 Türk Tarihinde aramak lazım. (Kemal Karpat Hoca bu süreyi 10 bin yıla kadar götürüyor.) Sümerler, çivi yazısını ilk kez 5500 yıl önce bulduklarına göre dünya yazılı tarihinin de 5500 yıllık geçmişi vardır. Bu tarihi yolculukta belgeler, İzler sürüldüğünde Türk- Altay Felsefesinin ana hatlarına da ulaşmış oluyoruz. Bu izleri takip ederek, bu metinde sadece ‘Ağustos/30 Ağustos’ ruhu üzerinde duracağız.

Hilmi Ziya Ülken’i incelediğimizde, diyor ki2:

1. Türkler gerçekçidir.

2. Türkler sadece akıl yürütmez; düşünür, ileri sürer ve uygular.

3. Türk düşüncesi akılcıdır ve uygulanabilirdir.

4. Türk düşünce yapısı olay ağırlıklıdır. Olaylara temas ettikçe kendi durumu için ani ve seri sonuçlar çıkarma gücünü barındırır. Çeşitli medeniyetlere süratli uyum becerisi de bu düşünce gücünden kaynaklanmaktadır.

5. Türkler ne Hintliler gibi nefsin içine kapanmış mistik görünüşlü bir millettir, ne de Eski Yunanlılar gibi tabiat ve âlemin düzenine esir olmuş kaderci bir yapıya sahiptir.

6. Türk tefekkürü teori ve pratik arasında irtibat kurmaya özen gösteren bir yapıdadır.

7. Türk düşüncesi fikirler ve mefhumları birleştirerek açık ve anlaşılabilir bir hale getirmeye, onlara en rasyonel ve kolay şeklini vermeye meyillidir. Türk düşüncesi tasavvuf anlayışlarında bile rasyoneldir. 3

Hilmi Ziya Ülken’ in bu görüşlerini, diğer kaynaklardan4 şöyle de tamamlayabiliriz:

8. Türkler olaylar karşısında kararlıdır, tereddüt yaşamaz.

9. Yeryüzünde söz sahibi olma, yeryüzüne egemen olma isteği vardır.

10. Karakterindeki özgürlük, bağımsızlık içgüdüsü de ortaktır.

Türk- Altay Felsefesini bir başka açıdan inceleyen yazar, bilim insanı Yaşar Çoruhlu ise bu düşünceyi bir adım daha ileri taşıyor: “Lotus İkonografisi ve Uygur sanatında Lotus” başlıklı bilimsel makalesinde bu düşünceyi simgeleştiriyor ve “Lotus” yani “Nilüfer Çiçeği” benzetmesi ile ele alıyor. Türklerin ‘yaradılışındaki saflığı’ ve ‘temiz ruh halini’ bu saf, duru çiçekle özdeşleştiriyor, adeta topluma yol gösteriyor. Biz, Çoruhlu Hocadan şunu da öğreniyoruz: Altay bölgesinde yapılan kazılarda çokça ‘Nilüfer Çiçeği’ kabartmalarına rastlanılıyor. Gördüğümüz bir gerçek daha var: Nilüfer Çiçeğine, Türk coğrafyasında dokunan halı ve kilimlerde de sıkça rastlayabiliyoruz.5 Bu halı ve kilimlerdeki Nilüfer Çiçeği elbette rastlantı değildir. Binlerce yıllık bir düşüncenin halılarımızdaki şekillenmesidir. Peki, niçin Türk Altay Felsefesi, Lotus/Nilüfer Çiçeği benzetmesi veya simgesi ile açıklanıyor? Yine Yaşar Çoruhlu Hocaya dönecek olursak, Hoca, Nilüfer Çiçeği, çamurun içerisinde kirlenmeden, dünyanın içerisinde doğmuş, fakat dünyanın üstünde yaşamış ve büyümüştür,’ diyor. Evet, Nilüfer Çiçeği dünyanın en kirli suyunda, bataklığında bile saflığını, temizliğini, güzelliğini koruyan, temiz kalabilen nadir çiçeklerdendir. Türkleri karanlıklardan aydınlığa çıkaracak “Türk Altay Felsefesi”dir; ve özünde “saflık, zarafet, temizlik, kesinlik, yeryüzü, hürriyet” kavramları vardır. Bu milli ruh gücü, kendine karşı yöneltilecek her türlü siyasi, askeri veya ticari ikiyüzlülüğü, riyakârlığı, iftirayı ve ihaneti atlatabilecek güçtedir. Tıpkı çamurlu, kirli ortamlarda yetişmesine rağmen yapraklarını ve çiçeklerini devamlı temizleyebilen, temiz kalabilen Nilüfer Çiçeği (Lotus) gibi. Bu özel çiçek, bu yüzden Altay kültüründe, Uygurlar’da, Karahanlılar’da, Selçuklular aracılığıyla da Anadolu’da simgeleşmiş, Türk Kültürünün bir parçası olmuştur. Düşününüz, İnsan da doğduğunda temizdir, saftır. Önemli olan onca kirlilik içerisinde bu temizliği koruyabilmek, hayatımızın tüm alanlarında Nilüfer Çiçeği’ gibi saf, duru kalabilmektir. Bu yüzden Türk Altay Felsefesinin simgesi ‘Nilüfer Çiçeği’dir. Bu nedenledir ki özellikle sanatçılar edebiyatımızda, musikimizde, heykel sanatında, sinema ve tiyatro dünyasında bu konuyu bol bol işlemeli, tüm insanlığa anlatmalıdır.

Bütün bunların yanında Türk Milletinin milli karakteri olan vatana sahip çıkma ve vatanı korunma özelliği hep bu düşünce havuzundan beslenir. Türklerin, tehlike anında bir araya gelme, birlik olma becerisi bu yapıdan kaynaklanır. Fitneden, dedikodudan uzak ahlak anlayışı; yanlışı yapan devlet başkanı da olsa uyarma ve direnme töresi; haksızlığa karşı çıkması; zor durumda kaldığında yeni liderler çıkarabilmesi onun hayatta kalma başarı ve becerisinin mihenk taşlarıdır.

Altay Türk Felsefesi’ binlerce yıl öncesinden hayata bakışın, deneyimin, insani duyguların zaman içerisinde şekillenmesiyle oluşmuş; çağlar sonrasına hitabeden milli ve evrensel6 bir düşüncedir. Bilge Kağan, Göktürk Kitabeleri, Tomris Han, Dede Korkut, Kaşgarlı Mahmut, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Akşemseddin, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Nasrettin Hoca, Ziya Gökalp, Mustafa Kemal Atatürk hep bu felsefenin temsilcileridir. İster devlet adamı olsun ister yazar, sanatçı, asker olsun kim bu felsefeyi uygulamışsa başarılı olmuştur.

Özünde, “saflığı, ruhun saflığını, zarafeti, temizliği, kesinliği, yeryüzünü, hürriyeti” barındıran bu hayat öğretisi, geniş açılımıyla “eğitim, bilim, sanat, ekonomi, askerlik, spor, devlet anlayışı, töre, ahlak, aile, aile değerleri, otağ (mesken-ev)” alanlarındaki Türklerin hayat görüşlerinin ifadesidir. Bu hayat felsefesi canlıdır, diridir, yaşayan bir dünya görüşüdür.

Yukarıda yazmaya çalıştığımız tespitlerde Türk- Altay Felsefesi’nin özünde akılcılık (Ampirist- rasyonalist) ve gerçekçilik (Realist) vardır. Türkler ne içe kapanık mistik yapıdadır ne de kaderci düşüncededir. Bakışında evren vardır. Gökyüzünü kucaklamıştır. Yıldızlar, dağlar, denizler, ormanlar hayatlarının bir parçası olmuştur. Kurt, geyik, kartal, dolu tanesi, ağaç mitolojik öğelerdir. İleri sürdüğü düşüncesini şekillendirebilen ve uygulayabilen yetenektedir. Olayların akışını izleyebilen ve olaylardan kendisine yeni çıkışlar yaratabilen tümevarım ekseninde hareket edebilmiştir. H. Ziya Ülken’in vurguladığı gibi Türk Altay felsefesi gerçekçidir, ilerleyicidir, bilgili olmaktır ve kanaatkardır.

Günümüz Türk Dünyasında, bu düşünce yapısının herkes tarafından bilinmemesi ‘Altay Türk Felsefesi’nin olmadığı anlamına gelmez.”

Altay Türkleri öncesinden başlayan, Oğuzname’de şekillenen Türk töresini, Türk hikmetini 7 Dede Korkut Kitabında da buluyoruz. Bu Türk hikmetini, hükümdarlara verilen ‘Bögü-Kağan’ sıfatıyla da açıklayabiliriz. Yani Türk Kağanlar aynı zamanda filozoftur. Tarihimizdeki bu filozof kral anlayışı İslamiyet öncesi yerleşmiş, sonrasında da devam etmiştir.

Türk Altay Felsefesini öğrendiğimiz kaynaklardan biri olan ‘Orhun Yazıtları’ bize, Türklerin hukuğu/töreyi bilen, çalışkan, vatansever, cesur- kahraman ve değerlere saygı 8 duyan bir millet olduğunu da söylüyor. Keza bu felsefenin öğretilerini ‘İstiklal Marşı’ ve ‘Gençliğe Hitabe’ de görüyoruz. Bağımsızlık, kararlılık, kendine güven, ilerleme, akılcı hareket, planlama, önderlik yapma gibi özellikler ulusal karakter olarak devlet kültüründe uygulanmıştır. Yönetim haritasında asker olsun, kamu olsun derece farkı- ast/üst farkı olduğu için ilerleme/yükselme mevcuttur; bu ise bu günkü demokrasiyi hatırlatmaktadır. Halkın, devlet içinde ve devlete bağlılığı bu yüzden olsa gerek. Ast/ üst kavramı MÖ 3. yüzyılın Mete Han dönemini hatırlatır. İlk kez Mete Han tarafından M.Ö. 209 yılında düzenli Türk Kara Ordusu kuruldu. Bu Mete Han’ın ileri görüşlülüğünü, kararlılığını, birleştirici olmasını da vurgular. ‘Tümen’ 10.000 atlıdan oluşan en büyük birliktir. Bu askeri deha tümenleri binlere, binleri yüzlere, yüzleri onlara ayırmış; her birinin başına Tümenbaşı, Binbaşı, Yüzbaşı ve Onbaşı rütbelerinde komutanlara teslim etmiştir. Bu düzen içerisinde tıpkı bu günkü gibi herkes bileğinin hakkıyla, aşağıdan yukarıya doğru emir-komuta zinciri içerisinde yükselebiliyor.

Rus dış politika uzmanı Alexandra Dugin bu gerçeği çok iyi bildiği için, ‘Türk ordusunu güçlü kılan NATO değildir. Mesele silah da değildir. Mesele Türklüktür. Türk örgütlenme yeteneğidir, askeri ruhtur. Bu kimsede yoktur.’ Prof. Dr. İlber Ortaylı ise, ‘Türkler, mülteci olarak başka ülkelere göç etmeyen tek millettir. Savaş olursa can verir ya da sancağı diker yeni bir devlet kurar.’ Bu bilgece söylemler ulus olma bilincidir. Türk Altay Felsefesinin binlerce yıl öncesinden bu güne yansımasıdır.

Türklerin tarih sahnesinde yaşadığı en yokluk günlerinde, bu felsefe ayakta tuttu. Ekonominin en olumsuz şartlarında bu milli düşünce hayata bağladı. Savaşların Türkleri yok etmek üzere olduğu en zor günlerde, birlik içinde mücadele etmeyi bu felsefe hatırlattı.9 Mete Han’ın ilk Türk devletini kurduğunda, Hun İmparatoru Attila’nın Roma’ya kadar ulaşmasında, Alparslan’ın Malazgirt zaferinde, Osman Bey’in Osmanlı devletini kurmasında, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasında; Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, Başkomutanlık Meydan Muharebelerinde Türk komutanların dahiyane düşünce, hareket ve kararlılıklarında bu Türk felsefesiydi onlara ışık olan.

Işık olan, yol gösteren Türk- Altay Felsefesi’nin en güzel yansımasına, Ağustos 1922’de bütün dünya tanık oldu. Bilindiği gibi Ağustos ayı milletçe heyecan duyduğumuz, onurlandığımız aylardandır. I.Dünya Savaşında işgalci güçler Balkanlar’ı, Anadolu’yu, Kafkaslar’ı işgal etmişti. Bu topraklar tam bir bataklık gibiydi. Payitaht işgal edilmişti. Saltanat ve Sadaret tam anlamıyla işgal güçlerinin emrindeydi. Türk milleti nefes alamayacak durumdaydı. Dünya tarihinde ve Türk tarihinde, bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi komutanlardan biri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1919 yılında ‘Geldikleri gibi giderler’ derken kafasında yaptığı planın son darbesini vurmak istiyordu. Anadolu’nun bağrındaydı. Akılcıydı, gerçekçiydi. Olayların analizini çok iyi yapmıştı. Bağımsızlık için kararlıydı. Arkadaşlarına ve halkına riyakarlık yapmadı, doğruları söyledi. Türklerin Asya bozkırlarına sürülmek istendiği I. Dünya Savaşında, millet olarak verdiğimiz mücadele/direniş sayesinde, bizleri sürmek isteyenler ‘geldikleri gibi gittiler’. Bu söz Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1919’da söylenmişti. Büyük taarruzdan 3 yıl önce. Son darbe, evet, Türkleri Asya bozkırlarına sürmek isteyenlere son darbe, Ağustos ayında vuruldu. Bu bir ‘öngörü’dür, bu bir ‘geleceği görme’dir ve bu bir ‘kararlılık’tır. Tıpkı Mete Han’da, Attila’da, Alpaslan’da, Sultan Mehmet’te olduğu gibi. Türkleri yok etmek isteyen emperyalist zihniyet, ‘30 Ağustos Ruhu’nu gördüklerinde, anladıklarında çok geçti artık. Anadolu bozkırında yok oldular. Sakarya’nın doğusuna çekilme, düşmandan kaçış değildi, bir dahinin taktiği idi. Bu taktik Hun ordusundan bu güne kadar gelen bir taktikti.

Geldikleri gibi gittiler.

Türk bağımsızlığının adımları olan Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Kurtuluş Savaşı’nın sonucunu belirleyen Büyük Taarruz özenle hazırlanan bir plandı. Türk ordusunun ‘Emperyalist İşgalci Güçler’e son ve kesin darbeyi vurduğu plan, cephede çadırlarda hazırlanan gizli bir harekât idi. Bu gizli harekat, Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde akılcı, gerçekçi, planlı, ani ve kesin karar alma, gelişen olaylara süratli uyum becerisi gösterme sonucunda, zaferle taçlanmıştır.

Ne yazık ki İngilizler, Yunanlılar, Fransızlar, İtalyanlar, Amerikalılar Ankara’da kahveyi içememişlerdir.

Türk Altay Felsefesi, bu gün için de yarın için de çok önemlidir. Her tarihçi, araştırmacı bu konuyu irdelemelidir. Bu bir bakıma Türklerin geleceğidir, Türklerin geçmişidir, dünyaya bakışıdır, karakteristik yapısıdır. Bu düşüncenin altı dolu dolu olmalıdır. Bu düşüncenin altı hamaset cümleleriyle doldurulamaz. En büyük bayrağı tepelere dikmekle olmaz. Tanrı dağları ve Hıra dağı ile anlatılmaz. Şehitler ölmez, vatan bölünmez sloganlarıyla yürümez. Türkler, yukarıda sıraladığımız bu hayat görüşü kurallarını yaşadığı, uyguladığı, içselleştirdiği yüzyıllarda her yönden dünyanın en güçlü devleti olmuştur; halkı mutlu yaşamıştır. Savaşlarla dolu dünyada zaferler kazanan millet olmuştur.

30 Ağustos 1922 bir zaferin adıdır. Kadınların ve kağnıların zaferidir. Bir avuç Kuvayı Milliye’nin başarısıdır. Bir başkaldırının yazıldığı tarihtir. Kadim Anadolu insanının; masum, saf, onurlu Türk kahramanlarını: Kara Fatmaların, Şerife Bacıların, Tayyar Rahmiyelerin, Seyit Onbaşıların, Gördesli Makbulelerin, Çete Emir Ayşelerin, Nezahat Onbaşıların Emperyalist İşgalci Güçlere dünyayı dar ettikleri gündür. Ağustos ruhu aynı zamanda, İngiliz emperyalistlerinin hiç hesaba katmadığı, 40 yaşlarındaki bir Türk generalinin önünde saygı duymanın fotoğrafıdır. Ağustos ruhu, ‘Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!’, Ya istiklal, ya ölüm!’, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ kararlılığının yansımasıdır.

Tarihte ulus olma özelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen Türklere I. Dünya Savaşında Anadolu’da tuzak kurdular İşgal Güçleri. Anadolu’yu kirlettiler, bataklığa çevirmeye çalıştılar; fakat Türkler bu bataklıktan tıpkı Nilüfer Çiçeği gibi taptaze, pırıl pırıl, saflığını kaybetmeden çıktı. Ağustos ayında tarihe geçen zafer budur işte. 30 Ağustos Zafer Bayramı bu saflığın eseridir. Türkiye Cumhuriyeti bu ruh hali ile kurulmuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Mete Han’dan bu güne Türk Altay Felsefesini uygulamış, başarıya ulaşmış ender liderlerden biridir.

Türk Altay Felsefesi, bir ulusun binlerce yıllık birikiminin sonucudur. Bu birikim Türk ulusunun bilge insanlarının, devlet adamlarının, şamanlarının, ozanlarının, sanatçılarının, ak sakallılarının, ak pürçeklilerinin, demir dağları eriten bilge demircilerin öngörüleriyle oluşmuş, hayat felsefesi olmuştur. Biz bu insanlara kadın erkek ayırmadan ‘Ata’ diyoruz, ‘Bilge İnsan’ diyoruz. Bilge insanlar başımız darda iken bize yol gösterendir. Toplumu yönlendiren, yol gösterendir. Bilge kişi aydınlatandır, uyarandır. Milleti bir araya getiren, güç birliği sağlayandır. Bilge kişi akıllıdır, hırslı değildir. Türk Milletinin binlerce yıllık birikimi olan Türk Altay Felsefesini ‘Bilge İnsan’ Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milletinin dar ve zor gününde uyguladı. Dünyanın şaşırdığı, anlayamadığı sihirli değnek buydu işte.

Türk Altay Felsefesi, felsefeyi hayata geçirecek ‘Bilge İnsan’ ile 21. Yüzyılı, Ağustos ruhu gibi zafere dönüştürebilir.

Mehmet Dağıstanlı

Araştırmacı-Eğitimci Yazar

dagistanlimehmet@gmail.com

KAYNAKLAR:

Ülken, Hilmi Ziya, Türk Tefekkür Tarihi, İstanbul, 2013.

Ülken, Hilmi Ziya, Millet ve Tarih Şuuru, İstanbul, 1976.

Gökalp, Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul, 1989.

Gökalp, Ziya, Türk Ahlakı, İstanbul, 1992.

Gökalp, Ziya, Makaleler, Ankara, 1977.

Özden, H.Ömer, Türk Düşünce Tarihi, İstanbul, 2014.

Ağaoğlu, Samet, Kuvayı Milliye Ruhu, İstanbul, 1973, 4.Baskı

Yurdakul, Mehmet Emin, Türk Sazı, İstanbul, 1969.

Güvenç, Bozkurt, Türk Kimliği, İstanbul, 2003.

Özakıncı, Cengiz, Atatürk Dersi, İstanbul, 2018.

Işık, Emin, Devleti Kuran İrade, İstanbul, 1971.

Selim Kudar, Tahtakuşlar Muatazmayinşatürta Mitoloji Efsane Obje Takı ve Sembol Evrimi

Atatürk, Gençliğe Hitabe.

Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı.

1 Mirfatih Zekiyev, Türklerin ve Tatarların Kökeni, s. 143-178, Selenge Yayınları, Ağustos 2007

2 Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk ERDEM, Mitolojik Dönem ve Sonrasında Türkler’in Felsefi Anlayışı ve Felsefeye Katkılarına Genel Bir Bakış, pdf. dosya.

3 Ülken, Hilmi Ziya, Türk Tefekkür Tarihi, İstanbul, 2013,

4 Göktürk Anıtları

5 M. Selim Kudar, Tahtakuşlar Muatazmayinşatürta Mitoloji Efsane Obje Takı ve Sembol Evrimi, 2004

6 Niçin evrenseldir; çünkü her ülke bu ilkeleri kendi bünyesinde uygulayabilir.

7 Hikmet: Bilgelik. Bilinemeyen neden, gizine akıl ermeyen neden.

“Herhalde bunun bir hikmeti vardır”

8 Özden, H.Ömer, Türk Düşünce Tarihi, İstanbul, 2014, s. 34-35

9 Dağıstanlı Mehmet, ’23 Temmuz 1919 Ruhu’, Erzurumsevdası Dergisi Temmuz sayısı                                                                     Yazar: Mehmet DAĞİSTANLI

Share this content:

Erzurum Araştırmaları