Kasım 24, 2024

Altay Türk Felsefesi’ binlerce yıl öncesinden hayata bakışın, deneyimin, insani duyguların zaman içerisinde şekillenmesiyle oluşmuş; çağlar sonrasına hitabeden milli ve evrensel1 bir düşüncedir. Bilge Kağan, Göktürk Kitabeleri, Tomris Han, Dede Korkut, Kaşgarlı Mahmut, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Akşemseddin, Karacaoğlan, Nasrettin Hoca, Ziya Gökalp, Mustafa Kemal Atatürk hep bu felsefenin temsilcileridir.

Özünde, “saflığı, ruhun saflığını, zarafeti, temizliği, kesinliği, yeryüzünü, hürriyeti” barındıran bu hayat öğretisi geniş açılımıyla “eğitim, bilim, sanat, ekonomi, askerlik, spor, devlet anlayışı, töre, ahlak” alanlarındaki Türkler’in hayat görüşlerinin ifadesidir. Bu hayat felsefesi canlıdır, diridir, yaşayan bir dünya görüşüdür. Günümüz Türk Dünyasında bu düşünce yapısının herkes tarafından bilinmemesi ‘Altay Türk Felsefesi’ nin olmadığı anlamına gelmez.

Türklerin tarih sahnesinde yaşadığı en yokluk günlerinde, bu felsefe ayakta tuttu. Ekonominin en olumsuz şartlarında bu milli düşünce ile hayata tutunabildi. Savaşların Türkler’i yok etmek üzere olduğu en zor günlerde, birlik içinde mücadele etmeyi bu felsefe hatırlattı.

Namık Kemal’in dediği gibi:

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?’ sözlerinin yaşandığı, liderlere ihtiyaç duyulduğu anlarda, hep bu ‘Altay Türk Felsefesi’ imdada yetişti ve yepyeni, umutlu kapıların açılmasına vesile oldu.

Ünlü Türk düşünürü Hilmi Ziya Ülken’in bu konudaki görüşleri ise şu başlıklarda özetlenebilir2:

1. Türkler gerçekçidir.

2. Türkler sadece akıl yürütmez; düşünür, ileri sürer ve uygular.

3. Türk düşüncesi akılcıdır ve uygulanabilirdir.

4. Türkler olaylar karşısında ani ve seri sonuçlar çıkarabilir.

5. Türkler uygarlıklara çabuk uyum sağlayabilir.3

Yazar, bilim insanı Yaşar Çoruhlu ise bu düşünceyi bir adım daha ileri taşıyarak “Lotus İkonografisi ve Uygur sanatında Lotus” başlıklı bilimsel makalesinde bu düşünceyi simgeleştirir ve “Lotus” yani “ Nilüfer Çiçeği” benzetmesi ile ele alır.

Hilmi Ziya Ülken’ e ek olarak:

6. Türklerin kesinlik ve kararlılığını,

7. Yeryüzünde söz sahibi olma, yeryüzüne egemen olma isteğini,

8. Karakterindeki özgürlük, bağımsızlık içgüdüsünü,

9. …ve Türlerin yaradılışındaki saflığı ve temiz ruh halini dile getirir, adeta topluma yol gösterir.

Bütün bunların yanında Türk Milletinin milli karakteri olan vatana sahip çıkma ve vatanı korunma özelliği hep bu düşünce havuzundan beslenir. Türkler’in, tehlike anında bir araya gelme, birlik olma becerisi bu yapıdan kaynaklanır. Fitneden, dedikodudan uzak ahlak anlayışı; yanlışı yapan devlet başkanı da olsa uyarma ve direnme töresi; haksızlığa karşı çıkması; zor durumda kaldığında yeni liderler çıkarabilmesi onun hayatta kalma başarı ve becerisinin mihenk taşlarıdır.

Yukarıda anlatılmaya çalışılan “Türk Altay Felsefesi”nin tümü, Türk adının silinmek istendiği Birinci Dünya Savaşında yaşanmış, çözüm olarak uygulanmıştır. Türk Milleti’nin, emperyalist güçlere karşı, dünyada eşi benzeri görülmemiş direniş gösterdiği İstiklal Savaşında akılcı, gerçekçi planları düşünmesi, ileri sürmesi ve uygulaması mutlak zaferi getirmiştir. Samsun’da, kongrelerde, savaşın en hayati cephelerinde azim ve kararlılık Türk Milletine bağımsızlık türküleri söyletmiştir. Zor günlerin her sayfasında Türk Düşünce Sisteminin hayata geçirilmesi, milletçe beklenen zaferi müjdelemiş; elde edilen zaferler de bu Milli Ruhun sonucu olmuştur.

Zaferle sonuçlanan Milli Mücadele’nin en önemli sayfalarından biri Erzurum’da yaşandı. Bu ruh yapısına sahip bir avuç Erzurumlu bu zaferi hem 93 Harbi denilen 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşında yaşadı hem de 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasıyla başlayan Milli Mücadele’de…

Tamamen akılcılığa dayanan bu mücadele gerçekçidir. Türklerin vatan ve bağımsızlık isteği sayesinde kesin ve kararlılıkla kazanılmıştır. Yeni bir Türk Devleti kurarak tüm dünyaya örnek olan ve milletler topluluğunda söz sahibi olan Milli Mücadele’nin sahipleri, zafere giden yolu önceden planlamış ve uygulamıştır. Hiçbir adım tesadüfen atılmamıştır. Açgözlü, ihtiras sahibi işgalci emperyalist güçler karşısında, saflıklarının ve ruhlarındaki temiz insani duygularının sesini dinleyerek, kurulacak yeni devletin yolunu açmışlardır.

Ülke, 30 Ekim 1918 tarihinde “Mondros Antlaşması” ile işgal edilmişti. Askeri, idari, ekonomik, eğitim ve bilim yönünden yetersiz olan Osmanlı, işgal güçleri karşısında pek bir varlık gösteremedi. Sadrazam Damat Ferit Paşa, işgal güçlerine direnç göstereceğine onların her dediğini yapmaya başladı hatta onların himayesini kabul etti. Eğer Osmanlı, ilk kuruluş ve yükseliş dönemlerinde uyguladığı ‘Altay Türk Felsefesi’ ruhunu devam ettirmiş olsaydı, asla yıkılmayacak; aksine Türk Dünyasının her alanda güçlü olmasını sağlayacaktı. Birinci Dünya Savaşında ağır darbe yiyen Erzurumlu, hemen arkasından, Rus işgali ve Ermeni katliamının acısını yaşadı. Bu yıllarda vatan savunmasındaki kararlılığı, akılcı düşünmesi, yapılan planı hemen uygulaması ve bağımsızlık isteği nedeniyledir ki –Sarıkamış Harekatı sırasında- 300 çocuğunu cephedeki askerine erzak gönderme sevkiyatını başarıyla sonuçlandırdı. Arkasından şehirde savaşacak milisi, direnişçisi olmamasına rağmen, yaşları elli beşin üzerindeki üç bin gönüllü, dünyada eşi benzeri olmayan bir fedakarlık örneği göstererek, Rus işgal güçlerine karşı korkusuzca Erzurum’u savundu.4 Mondros’la başlayan işgal sürecinde ise Erzurumlular’dan oluşan bir avuç Kuvayı Milliye gücü, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğindeki direnişe katıldı.

Türklerin Anadolu’dan atılmak istendiği Mondros Antlaşmasını asla kabul etmeyen Erzurum’un yiğit insanları; Cevat Dursunoğlu, Mezararkalı Mevlüt Ağa, Genceli Seyidov, Süleyman Necati, Kırbaşzade Fevzi, Zakir Bey, Kılıç Mehmet, Ebulhindili Cafer Bey, Hüseyin Avni, Küçük Kazım, Selimoğlu Sabri, Rüştü Paşa, Nalbantoğlu İsmail Bey, Namıkefendizade Ahmet, Alay Müftüsü Nusret Efendi, Solakzade Sıtkı Efendi, Alvarlı Efe, Selim Polat, Ali Galip, Kantarcızade Mustafa aynı Milli Ruh, aynı Milli Heyecanla bir araya geldiler. Bu birlik ruhu karşılarındaki, kendilerinden kat kat üstün işgal güçlerine son yumruğu indirdi. Üstelik, daha sonra Mehmet Akif tarafından kaleme alınacak ‘İstiklal Marşı’ındaki: ’Korkma, sönmez bu şafaklardaki yüzen al sancak

Sönmeden yurdumun üstündeki tüten en son ocak!’ heyecanını haykırmıştı.

Bu ses, hem ‘Orhun Anıtları’ndaki, hem ‘İstiklal Marşı’ndaki ve hem de ‘Gençliğe Hitabe’deki “Altay Türk Felsefesi”nin sesiydi. Aynı gür ses, 23 Temmuz 1919’da Erzurum’da, bütün iç ve dış baskılara rağmen toplanan ve bütün dünyaya, yeni kurulacak Türk Devleti’nin temellerinin atılacağını duyuran bir sesti.5 Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Hüseyin Rauflar, Hoca Raif Efendiler, Hüseyin Avniler, Cevat Dursunoğulları, İsmail Hakkılar, Süleyman Necatiler, Kahramanoğlu Sabriler, Sait Beyler, Namıkefendizade Mümtazlar, Küçük Kazımlar ve diğer milli direnişçilerimiz aynı kararlılık, aynı ruh yapısıyla şu önemli kararları ilan etmişlerdi:

Ulusal bağımsızlığın koşulsuz ifadesi olan manda ve himaye kabul edilmeyecektir,

Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz,

Her türlü yabancı işgal karşısında millet birlikte direniş ve savunma gösterecektir,

İstanbul Hükûmeti vatanın bağımsızlığını sağlayamazsa geçici bir hükûmet kurulacaktır,

Kuvayı Milliye hâkim kılınacaktır,

Azınlıklara siyasi hâkimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez; ancak canları, malları ve ırzları her türlü saldırıdan korunacaktır.

Bu kararlar o günün şartlarında alınması zor, cesaret isteyen kararlardır. Ayrıca, 18 Ocak 1919 tarihinde Paris Barış Konferansı’nda, ‘Trabzon ve yöresinde Rum-Pontus Devleti; Erzurum ve yöresinde Ermenistan Devleti; Güneydoğu Anadolu bölgesinde İngiliz himayesinde muhtar bir Kürdistan kurulması planlanıyordu.’ Emperyalist isteklere karşı boyun eğmeyen Erzurumlu, Kongre için merkezi İstanbul’da olan “Vilâyât-ı Şarkiyye Müdâfaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti”nin Erzurum şubesinin açılmasını istedi. Heyet büyük bir cesaretle mazlum milletlerin, esir edilmiş, vatanlarından uzaklaştırılmış milletlerin dahi alıp kabul edeceği kararları aldı ve dünyaya ilan etti. Şüphesiz ki kongre süreci çok sancılıydı. Tartışmalı geçiyordu. Kongre çalışmalarına katılmak için gelen Mustafa Kemal Paşa İngilizler tarafından azlettirildi. Delegelerin kongreye katılması engelledi. Sadrazam Damat Ferit Paşa, kongrenin anayasaya aykırı olduğunu ileri sürdü. Bütün bunlar bağımsızlığa giden yolun ne kadar çetin olduğunu gösteriyordu. Alınan kararlarla, vatanlarının bölünmesini asla kabul etmeyen Vilâyât-ı Şarkiyye heyeti, milli heyecanlarıyla ani, akılcı, gerçekçi bir hamle yapıp, Bağımsızlığa giden önemli bir engeli aşmayı başarabilmişti.

İstanbul Hükümeti çaresiz kalmıştı. Anadolu’da sözünü dinletecek resmi bir görevli kalmamıştı. Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı böyle bir dönemde Kuvayı Milliye ortaya çıkmıştı. Bu dönemde, 23 Temmuz Kongresinde ilk kez milli sınırlardan bahsedilmesi tarihi bir hamledir. Ancak destanlarda anlatılabilecek bu direnişi biz, yüzyıllar önceki Türk Mitolojisinde: Ergenekon Destanı’nda, Oğuz Kağan Destanı’nda, Manas Destanı ve diğer destanlarda da görmekteyiz. Bu nedenle ‘23 Temmuz Kongresi’, ‘Orhun Metinleri’, ‘İstiklal Marşı’ ve ‘Gençliğe Hitabe’ tam anlamıyla bir milletin uyanışının, direnişinin, bağımsızlık isteğinin belgelenmiş metnidir. Mustafa Kemal Paşa’nın kongre için: “Tarih bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir!” demesi bu açıdan çok önemlidir.

23 Temmuz Kongresine damgasını vurmuş bu ‘şehir ruhu’, yarattığı tüm değerlerde kendini göstermiştir: Erzurum Barlarında bu dinamik ruh yüzyıllardan beri yaşamaktadır; atalar yadigârı cirit oyununda olsun, türkülerin her mısrasında olsun, yetiştirdiği insanların aldığı her soluğunda olsun yüzyılların izlerini bulmak mümkündür. 93 Harbi’nin gözü kara insanları bu ruhla sokağa çıkmış, Milli Mücadele’nin eşi benzeri olmayan efsane kahramanı Erzurumlu Üsteğmen Kara Fatma bu ruhla 25 Yunan subayını esir almış, Erzurumlu Emrah bu ruhla, bu saflıkla bu zarafetle koşuklarını dile getirmiştir.

Türkler’i karanlıklardan aydınlığa çıkaracak “Türk Altay Felsefesi”nin özünde “saflık, zarafet, temizlik, kesinlik, yeryüzü, hürriyet” kavramların olduğunu belirtmiştik. Bu milli ruh gücü, kendine karşı yöneltilecek her türlü siyasi, askeri veya ticari ikiyüzlülüğü, riyakârlığı, iftirayı ve ihaneti atlatabilecek güçtedir. Tıpkı çamurlu, kirli ortamlarda yetişmesine rağmen yapraklarını ve çiçeklerini devamlı temizleyebilen, temiz kalabilen Nilüfer Çiçeği (Lotus) gibi. Bu özel çiçek, dünyanın içerisinde kirlenmeden doğmuş, dünyanın üstünde yaşamış ve gelişmiştir. Bu yüzden Altay kültüründe, Uygurlar’da, Karahanlılar’da, Selçuklular aracılığıyla da Anadolu’da simgeleşmiş “Nilüfer Çiçeği” Türk Kültürünün bir parçası olmuştur.6

Tıpkı Milli Mücadele günlerinde vatana sahip çıkan ruhları saf, temiz, kararlı Erzurumlular gibi; tıpkı bulanık sularda yetişmesine rağmen temizliğini, zarafetini korumayı başaran Nilüfer Çiçeği gibi…

Mehmet Dağıstanlı

Araştırmacı- Yazar

1 Niçin evrenseldir; çünkü her ülke bu ilkeleri kendi bünyesinde uygulayabilir.

2  Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk ERDEM, Mitolojik Dönem ve Sonrasında Türkler’in Felsefi Anlayışı ve Felsefeye Katkılarına Genel Bir Bakış, pdf. dosya.

3 Ülken, Hilmi Ziya, Türk Tefekkür Tarihi, İstanbul, 2013, s. 18.

4 Dağıstanlı Mehmet, Yanık Dere-1915, Erzurum, 2014, s: 50-68

5 Yrd.Doç.Dr.Selami Kılıç, Mustafa Kemal (Atatürk) ve Erzurum Kongresi, pdf. dosya.

6 Bulut Arslan, Altaylardan Türkiye’ye çözüm çiçeği, 21 Temmuz 2017, Yeniçağ Gazetesi

About The Author

Bir yanıt yazın