YABANCILARIN GÖZBEBEĞİYDİ MAHALLEBAŞI
Toprak, toplumun en sağlam hafızasıdır. Mahalleler, meydanlar, çeşmeler, mimari unsurlar, ağaçlar, mezarlar, adlandırmalar toplumun silinmeyen hafızalarıdır. Gelişmiş ülkeler, tarihe saygı duyan topumlar asla bu hafızayı silmez. Aksine hafızayı herkesin sayfasına kaydetmeye uğraşır yarınlara sağlam adımlar atılsın diye. Kimsenin farkına bile varmadığı bir çeşme, asırlık bir ağaç ya da duvardaki bir mermi çekirdeği bütün tarihi gözlerimizin önüne serebilir. Korumak lazım, kollamak lazım o zenginlikleri.
Erzurum bilindiği gibi Kale ve çevresinde kurulmuştur. Ancak bu Kale ve çevresi kadar önemli, tarihi zenginliği olan iki bölge daha vardır Erzurum’da. Biri Tebriz Kapısı meydanı diğeri de Mahallebaşı bölgesi/ meydanı.1 Tebriz Kapısı ayrı bir makalede anlatılabilir. Geçmişi İpek Yolu kadar eskiye dayanan Mahallebaşı ise adeta sırlarıyla incelenmeyi bekleyen, Erzurum’un hatta Anadolu’nun en eski, en hareketli bölge/meydanlarından biridir.
Mahallebaşı (Foto:1) aslında, belediyelerin belirlediği sınırlardan daha geniş bir alana yayılmıştır. Ana omurgayı Gümrük ve Gölbaşı- Mahallebaşı doğrultusunu alırsak, doğu tarafında Kars yönüne (Kars Kapısı), ayrıca İran transit yolu/ eski İpek yolu üzerinde, kuzey tarafta Artvin yönüne (Kavak Kapısı), güneyde ise Palandöken dağının etekleri ile çevrelenmiş şehrin en önemli bölgesidir. Gölbaşı’ndan başlayıp, güneyde Höllük ve Veyisefendi Mahallesi sınırına kadar, doğu tarafında, ‘Top Sundurması’ dediğimiz Firdevsoğlu Kışlası/ Topçu Kışlası/ Silah Fabrikası’nı da içine alan, batı kısmında Köseömerağa ve Yegenağa Mahalleleri’ne kadar uzanan, büyük bir semt/mahalle/yaşam alanıdır.2 İncelendiği zaman Anadolu’da en tanınmış tarihi şehirlerin bile bu denli iş, kültür, ekonomik merkezinin olmadığı görülür. Bu yüzden burası şehrin kalbidir, canevidir. Siyasi, ticari, sanayi, dini, kültürel, eğitim, askeri, iletişim ve sağlık konularında hizmet veren yerli ve yabancı kurum ve kuruluşların yer aldığı, faaliyetlerde bulunduğu, şehrin dünyaya açılan kapısıdır.
Bu bölge, neden şehrin dünyaya açılan kapısıdır?
Erzurum, gerek 93 Harbinde ve gerekse Kurtuluş Savaşı yıllarında, başta Ruslar olmak üzere, Büyük Güçlerin ele geçirmek istediği, Anadolu’nun en önemli kilit noktasıydı. Romalılardan itibaren Erzurum’a hakim olan devletlerin, müstahkem mevki yapmak istedikleri savunma kalesidir burası. Bunların yanında özellikle Amerikalıların ve İngilizlerin, Osmanlının gözlerinin içine baka baka misyonerlik3 faaliyetlerini yürüttükleri merkezlerden birisi oldu. Amerikan Protestan Erkek (Foto:2) ve Amerikan Protestan Kız okulları(3), Amerikan Hastahanesi (Foto:4), Amerikan Misyoner Evi (Foto:5), Amerikan Konsolosluğu (Foto:6) ayrıca bu misyonerliğe destek olan Avusturya Konsolosluğu ve Protestan Kilisesi, Katolik Erkek Okulu, Katolik Kız Okulu misyonerlik faaliyetlerinin merkeziydi. Çok yakın bir mesafede de İngiliz (Foto:7), İtalyan, Rusya, Alman (Foto: 8), Fransız Konsolosluğu, Fransız Lisesi ve ayrıca İngiliz Komisyonerliği bulunurdu. Bu misyonerlik faaliyetlerine Ermeni Katolik Kilisesi, ayrıca Katolik Kilisesi ve Heripsimyan Okulu, Mısırlıyan Okulu, Surp Tarkmanchats Okulu’nu da katabiliriz. Hatta İran Konsolosluğu (Foto:9) ve hemen yakınında İran Camisi de bu bölgedeydi. Hatta İran/Acem vatandaşlar, her Muharrem ayında dini törenlerini (Foto: 10), hemen cami ve konsolosluğun önündeki caddede yaparlardı. Ancak yapılan bu binalarla ilgili şöyle de bir gerçek var: Misyoner binaları olsun, okul binaları olsun zaman içerisinde el değiştirebiliyordu. Sözgelimi Amerikan Protestan Erkek Okulu olarak faaliyete geçen okulu, bir süre sonra Amerikan Konsolosluğu ve daha sonra Ruslar tarafından da kullanılmış. Bu gün bu bina harabe haldedir (Foto:11).Bir de tam da bu okulların karşısında yukarıda da bahsettiğim gibi Amerikan Protestan Kız Okulu var ki bu okul daha sonra Erzurum’un eğitimine damga vurmuş Gazi İlk Okul olmuştur (Foto:3). Gazi İlk Okulu ayrıntılı anlatmak başka bir makale konusu. Önemli bir okuldur çünkü. Bu el değiştirmenin bir diğer örneği de Gazi İlk Okulu’nun güney yönünde ve çok yakınında Amerikan Hastahanesi yapılmış. Hastahanenin bitişiğinde de Amerikan Misyonerler evi var. Bu mekanların fotoğrafları ekte paylaşılmıştır. Amerikan Elçisi (Misyoner) Robert Stapleton ile ilgili yine önemli bir ayrıntı vermek istiyorum. Erzurum’daki misyonerler görevlerini tam yapmışlar. Aynı yıllarda Türkiye’den Amerika’ya bırakınız gezmek için gitmeyi, misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak için gönderileni şimdiye kadar okumadım; ama yabancı misyonerler şehirlerimizin ve halkın röntgenin çekebilecek kadar, karış karış incelemişler. Misyoner Robert Stapleton 1911 yılında çok önemli bir kroki çizmiş. Bu kroki elimizde (Foto:12). Bu insanlar parayı verip Erzurum’da mülk sahibi olmuşlar. Değişen hiçbir şey yok, yabancılar bu gün de kolaylıkla mülk sahibi olabiliyorlar. Umarız sadece ev sahibi olmak istemelerindendir. Amerikan Hastahanesi, bazı değişikliklerden sonra, daha düne kadar faaliyetlerini sürdüren Aziziye Un Fabrikası olarak yıllarca kullanılmıştır. Mahallebaşı’nın ticari canlılığının önemli kaynaklarından birisi de bu fabrikadır.
Misyonerlik neden Mahallebaşı’nda yaygındı; çünkü şehrin gümrük kapısı buradaydı. Neredeyse bütün dünya tacirleri mal almak ve satmak için buraya gelirdi. Çin’den mal getiren kervan, İran’dan sonra malını satmak için Erzurum’da soluk alırdı. Gümrük işleri burada yapılırdı. Mallar burada vergilendirilirdi. Gümrük ve vergi devletin kendisi demekti. Osmanlı bütün inzibat kuvvetiyle buradaydı. Postahane buradaydı (Foto:13). Karakolhane burada faaliyet gösteriyordu. Zengin halkın akın akın gelip mal alıp mal sattığı, şehrin en canlı ticaret merkezi burasıydı. Aynı şekilde çıkış yapan kervanlar da mutlaka gümrüğe uğrardı. Konsolosluklar bu konuda çok aktif çalışan kurumlardır. Gümrük burada olduğu için yolcuya hizmet veren çok sayıda hanlar vardı. Anadolu’nun her köşesinde bulunan hanlar çeşitli mal ve eşyanın alınıp satıldığı, uzak yollardan gelen yolcuların, seyyahların, tüccarların konakladığı, hayvanlarının barındığı fonksiyonel yapılardır.4Gümrük Hanı, Gümrük Hamamı, Tahta Hamamı (Foto:14), Gümrük Camii (Foto:15), Gümrük Medrese ve Kütüphanesi ve diğer ticari hanlar, kervanların her türlü ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışırdı. Bu bakımdan Mahellebaşı ticari alanda çok önemli görev üstlenmiştir. Aynı bölgede faaliyetlerini sürdüren Mavi (Mai) Han, Katırcı Han, Büyük Han, Tütün (Hastane) Hanı, Karaz Han, Hacı Bali Hanı (Dervişağa Hanı), Ziya Bey Hanı gibi hanlar sayılabilir. Erzurum’da hanlar ve kervansaraylar şehrin ekonomik, sosyal yapısını o kadar derinden etkilemiştir ki tarihe not düşülmüş bazı bilgiler vermek istiyorum:
Erzurum’da gümrük kâtipliği yapan Evliya Çelebi, tespitlerini şöyle dile getiriyor: “Şehrin 70 kadar tüccar hanı var; fakat başka şehirlerin hanları gibi kurşun örtülü değil, toprak örtülüdür………… Dört tarafında Arap, Acem, Hint, Hatayı, Hıten bezirgânlarının hanları var. İstanbul ve İzmir gümrüğünden sonra en işlek gümrük bu Erzurum gümrüğüdür; çünkü tüccarına adil davranırlar…”5
Ünlü seyyah, Joseph de Tournefort ise şöyle diyor: “…Bütün Türkiye’ye, İran’a ve hatta Hindistan’a taşınan kap kacak dışında, Erzurum’da çok büyük zerdeva (sansar) kürkü ticareti yapılır. ………………….Erzurum Hindistan’dan gelen bütün malların geçtiği ve depolandığı kenttir…” 6
1827 yılında Erzurum’da olan Victor Fontanier,“Erzurum’un doğu- batı arasında ticari bir merkez olduğunu kaydeder.”7
Hem yabancı tacirlerin, gezginlerin ve diplomatların hem de yerli tacirlerin ve sivil halkın en önemli ihtiyaçlarından kilise ve camiler de Mahallebaşı’nı önemli bir inanç merkezi yapmıştır. Kiliselerin yanında sırf İran Müslümanlarına ait İran Camii de bu bölgedeydi. Gümrük Camii ve Medresesi, Abdurrahmanağa Camii, Hacı Hüseyinağa Medresesi, Kavak Camii, Salihiye Medresesi ve Salihiye Camii yerli ve yabancı Müslümanların ibadetlerini yaptıkları merkezlerdi. Bu dini merkezlerin ve Amerikan Hastahanesinin yanında Gölbaşı Hastahanesi de tüm hastalara şifa dağıtmaya çalışıyordu.
Gümrüğün, hanların, kervansarayların, konsoloslukların, ibadethanelerin olduğu ve 24 saat yaşayan bu hareketli bölgede binlerce yolcunun, memurun, esnafın, diplomatın çeşit çeşit ihtiyacı olacaktır mutlaka. Aşevleri, hamamlar, nalbantlar, tamirciler, terziler, göncüler, kazazlar, dokumacılar, silahtarlar, eyerciler, semerciler, yem satanlar halkın ihtiyaçlarını yerine getirmek için gece gündüz çalışıyor olmalıdır. Dönen ekonomik çark, hem Mahallebaşı’nı hem de Erzurum’u diğer şehirlerden farklı kılmaya yeter herhalde.
Bölgenin en önemli unsurlarından birisi de Firdevsoğlu Kışlası’dır (Foto:16). Bu kışla da her haliyle şehrin hafızasıdır. Açık hava müzesi olmaya değer bir merkezdir. Kuruluşu ta 1875 yılına kadar uzar. Erzurum valisi Müşir Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Firdevsoğlu ailesi, arsayı Erzurum valiliğine bağışlamıştır. Zamanla adı “Süvari Kışlası, daha sonra, Topçu Kışlası” olarak anılmıştır. 93 Harbi diye adlandırdığımız, 1877-78 Osmanlı Rus savaşı sırasında ünlü komutan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın karargâhıdır kışla. Birinci Dünya Savaşı yıllarında ise daha önemli bir görev üstlendi. 1919 yıllarında savaş nedeniyle yetim ve kimsesiz kalan 200 çocuğa Kazım Karabekir Paşa, kışlada açtırdığı ‘İş Ocakları’nda ‘Çıraklık Okulu’ adıyla meslek edindirdi. Bu atılan adım aslında o yıllar için olağanüstü bir adımdır. Daha sonra Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa ve Nuri Paşa’nın gayreti ile Ruslardan kalan tezgâhlar Kars’tan Erzurum’a getirtildi. İş Ocakları bünyesinde tamirhaneler kuruldu. Burada yetişenler, İngiliz fişeklerini Türk tüfeklerine uygun hale getirilmesinde çok önemli işleri başardılar. Bu nedenle İş Ocakları, Mektebi Tophane Fabrikaları Sanayi Alayı’nın küçük bir örneği olduğu söylenebilir.
Nuri Paşa (Killigil), 1 Nisan 1921 tarihinde Moskova’da bulunan kardeşi Enver Paşa’ya, kurulan İş Ocakları ile ilgili önemli bir mektup gönderir; ve derki: “ Erzurum’da İş Ocağı namıyla metruk makineleri tamir ettirerek, büyük bir i’mâlâthâne te’sîs ettirmekteyim. Metruk malzeme o kadar çoktur ki, Anadolu sanâyi’ni terakkî ettirmek için lazım olan sermâyeyi bu malzemeyi işleterek te’min kâbildir. Ocağın Trabzon ve Erzincan’da birer şu’belerinin te’sîsini ve kırık otomobilleri ta’mir ettirerek, Erzurum-Trabzon, Horasan-Karakilise arasında otomobil kolları işletilmesini ve Sarıkamış’ta metrûk bulunan bir kaç hizar fabrikasının Rize ormanlarına naklini teklif ettim. Nakliyeden gelecek kârı göstermek için Erzurum’dan Trabzon’a altı okka için 95 kuruş nakliye ücreti alındığını ve şehri üç yüz bin kilo nakliyat olduğunu söylemek kâfidir.
………………..
…Ermenilerden iğtinam edilen 12 milyon İngiliz fişeğini tahlîl için bir makine yaptım. Muvaffakiyet hâsıl oldu. Boş kovanları imlâ için de makineler yapılmaktadır…”8
Bütün bunlar 100 yıl önce, o günün imkanları dahilinde Firdevsoğlu Kışlası’nda yapıldı. Kışla Erzurumlunun hafızasına ve Erzurum tarihine damga vurmuş bir yerdir. Tam da o yıllarda, 1924 Erzurum depreminde, Mustafa Kemal Paşa depremzedeleri ziyarete geldiğinde, kışlayı ve İş Ocaklarını da inceler. Bütün Erzurumluların hatırasının olduğu bu İş Ocaklarının zamanla adı değişir. Bir ara, ‘Ağır Bakım Tamir Fabrikası’ olur, daha sonra ‘1021 Ordu Donatım Ağır Bakım Tamir Fabrikası’ adını alır. Bu isim bir süre sonra değiştirilir ‘Ağır Bakım Tamir Fabrikası’ adını alır. Firdevsoğlı Kışlası’nda Erzurum için o kadar önemli faaliyetler yapılır ki bir ara Erzurum’un efsane isimlerinden emekli Albay, halk oyunları ustası, spor çalışmalarında söz sahibi İhsan YAVUZER bu Fabrikanın Müdürü olur. Yeri gelmişken Albay İhsan Yavuzer’den bahsetmek isterim. Ehli dil, irfan sahibi, şair bir insandır; ayrıca eylem adamıdır. İhsan Bey, 1890 yılında Erzurum’da doğar. Harbiye’den mezun olur. Sanayi Harbiye Subayı olur. Milli Mücadele’ye katılır. Savaşın başladığı 1919 yıllarında, Gürcüler Ardahan’ı işgal edince, Yüzbaşı İhsan gönüllü olur ve Ardahan’dan topladığı 700 kişiyle Gürcüleri Posof’tan çıkarır. 1934 yılında tamirhane Erzincan’a nakledilmek istenir. Albay İhsan Yavuzer’in karşı çıkmasıyla, tamirhaneler yerinde kalır. 1934’te Erzurum Silah Fabrikası müdürü olur ve bu görevini 1940’lara kadar sürdürür. Albay olarak emekli olur. Bu büyük insan sayesinde ‘Ağır Bakım Tamir Fabrikası’nda yeni bir sayfa açılır. Erzurum Gücü Spor Kulübü kurulur. Böylece kışlada artık her çeşit spor, kış sporları, kayak, buzpateni, futbol, güreş, cirit çalışmaları yapılır. İsmi asla unutulmayacak olan İhsan Yavuzer, bu sefer kışlada tiyatro, folklor, müzik faaliyetlerini başlatır. O yıllarda belki Anadolu’nun hiçbir köşesinde görülmeyen tiyatro oyunları sahnelenir.9
Asırlarca bu renkli koşuşturma, Mahallebaşi’nın tarihe geçecek misyonunu belirledi; ancak bu misyon, Erzurum’un 1916 yılında Ruslar tarafından işgali, Bolşevik ihtilaliyle birlikte şehri terk eden Rusların, şehri Ermeni çetelerine teslimiyle yeni bir boyuta taşındı. Bu boyut tarihte unutulmayacak acılarla doludur.
Ruslar önce 14 Şubat 1916’da Çobandede Tabyası işgal etti. Arkasından Mahallebaşı’nın güneyinde bulunan Palandöken Tabyası sıra geldi. 16 Şubat sabahı Rusların Avcı Tümeni Kars Kapısı’ndan girerek şehri ele geçirdi. Günlerden Çarşambaydı. Ahali bu güne ‘Kara Çarşamba’ dedi. General Yudenich Erzurum’a askeri törenle girdi. Tören Mahallebaşı’nda yapıldı. Bu törenin burada yapılması bile bu bölgenin tarihi kimliği açısından çok önemlidir. Turizm açısından bulunmaz bir fırsattır. Tam da bu günkü Gazi İlk Okulu10 önündeydi resmigeçit. Tören çok görkemliydi. Rus generalleri taşıyan otomobiller, arkasında beyaz renkli atlara binen süvariler, onun hemen arkasında kırmızı renkli atlara binen süvariler, daha sonra ise siyah renkli atlara binen süvariler yer almıştı. En arkada da Rus piyadeler ile Druzina adı verilen Ermeni çeteciler geçit törenine katılmışlardı. Yine aynı Mahallebaşı, bu sefer de bir başka acı tabloya şahitlik yaptı o dönem. Şehre gelen Rus Çarı Grandük Nicolas, devir teslim törenine katılır (Foto:17). Ne yazık ki bu tören, bu günkü Eminkurbu Mahallesi sınırları içinde olan, Nene Hatun caddesinde yapıldı (Foto:18) Rus askerler papazlar tarafından kutsandı. Üstelik Rus işgalinin en onur kırıcı olayı burada yaşandı. Erzurum tabyaları ve kalesinden esir alınan ‘Dokuz Türk Sancağı’ bu geçit törenlerinde kullanıldı ve daha sonra sancaklar Tiflis’teki törenlere gönderildi. Sancakların akıbetinin ne olduğu belli değil şu anda.
Her köşesinde tarihi anıların yaşadığı Mahallebaşı’nda 93 Harbi’nde şehri kuşatmak için Ruslar Laleli mevkiinde karargah kurar, daha sonra şehre doğru yürür. Aziziye Tabyalarına kadar gelirler. Ermeni çetelerin kurnaz oyunlarıyla Tabyadaki askerşlerimizi şehit ederler. Bu olayı herkes bilir. Artık Erzurum’a girmek için bir adım kalmıştır. Ancak yaralı erlerden biri şehre bu haber getirir. Ahali uykuda olmasına rağmen minarelerden, Rusların Aziziye Tabyalarına kadar geldiklerini, şehri işgal edecekleri anlatılır. Halk bunu duyunca galeyana gelir; kadın, erkek, yaşlı genç herkes ellerine silah olabilecek ne varsa alarak o karkışa, zemheriye aldırmadan Aziziye tabyalarına yürür. Yürüyenlerden biri de Nene Hatun’dur. Korkusuz Erzurumlulardan Name Kadın, Yaşar Emi, Kahveciler kahyası Şevki Bey, Fatma abla ve daha binlerce insan… Yürürler ve Aziziye Tabyasında Ruslarla göğüs göğse mücadele ederler; Rusların Erzurum’a girişini bir süre ertelerler. İşte, 93 Harbi’nde ahalinin Aziziye Tabyalarına yürüyüşünün anısına, 2012 yılından itibaren binlerce kişi, şehitleri anmak ve ecdada saygı için Aziziye Tabyalarına yürür. Bu çok önemli bir halk hareketidir. Erzurum merkezden Tabyalara yürüyüş yaklaşık 4 kilometredir ve bu yürüyüş de Mahallebaşı yakınından geçer. Böylesine önemli tarihi yürüyüşe yine Mahallebaşı’nın tanıklık etmesi semtin ayrıca önemini arttırmaktadır.
Gerek şehrin tümü ve gerekse Mahallebaşı artık Ermeni çetelerinin insafına kalmıştı. Yaklaşık dört aylık süre içerisinde şehrin tamamı yakılmış, yıkılmıştı. Mahallebaşı bu dönemde ölüsüne ağlayan, ağladığını arayıp da bulamayan kanlı bir vatan toprağı olmuştu. 1918 yılında Kantarcıoğlu Mustafa tarafından bir mektup kaleme alındı. Mektupta, Ermeni Çetelerinin masum insanları, Kavak Kapısı denilen, yani Ardahan Kapısı’ndaki istasyon köprüsüne, Kazan Deresi’ne, Mahallebaşı’ndaki Sabunhane’ye ve muhtelif evlere götürüp boğazladıklarını, şişlediklerini ve baltaladıklarını yazdı. Bir taraftan da Mahallebaşı’ndaki kapalı bir dükkanın kepenkleri üzerine üç erkek, dört kadın ve bir oğlan çocuğunu, ellerinin ortasından kalın çiviyle dükkana çakarak, karınlarını hançerle yardıklarını anlattı. Mektubun devamında, tüyler ürperten katliam örneklerini anlatır ve Gölbaşı’nda, Söğütlü Çarşı’da, çeşmenin karşısındaki dükkanda vahşice öldürülen, sonrada yakılan iki kişiden bahseder. Aynı yerde kapı, pencerelerine mermiler ve bombalar atarak içerideki hane halkını havaya uçurduklarını, dehşetle dile getirir. Bölgeye çok yakın Hacı Ahmet Hanı’nda bir başka vahşeti anlatır: Bu sefer, hanın ortasındaki büyük direğe, beş yaşında bir oğlan çocuğunu kollarından astıklarını ve çocuğu bağırta bağırta öldürdüklerini yazar Kantarcıoğlu Mustafa. Erzurum işgalden kurtarıldıktan sonra, Kazım Karabekir Paşa ve yanındaki Kantarcıoğlu Mustafa’nın tespitlerine göre Hacı Ahmet Hanı’nda 1373 insanın, kafalarından balta ile vurulmuş, yüzlerinde tanınmayacak yaralar açılmış ve kanlar içerisinde yatan şehitleri gördüklerini de anlatır o hüzün dolu mektupta. Bu şehitlerin arasında 94 kadın ve çocuğun olduğu tespit edilmiş. Bizler, o günün olaylarını gören insanların anlattıkları acı hatıralarla büyüdük. Dehşetin bir boyutu da Balyoz sokağın yanı başında Bitpazarı vardı. İşgal öncesi en canlı ticaretin yapıldığı yerdi burası. Ermeni çeteler bu Bitpazarının ortasında ateş yakarlar. Evlerden ve sokaklardan topladıkları kimsesiz masum çocukları iplerle birbirlerine bağlar ve ateşin ortasına atarlar. Yanmamak için ateşten kaçan çocuklar ipi çektiğinde, bir başka çocuğun ateşe atar… Bütün çocuklar, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir katliam çeşidiyle hunharca öldürürler. Ancak bu katliamların yapıldığı yerler teker teker yok edildi. Çekilen bütün bu acılara rağmen Mahallebaşı, bu sefer de sinesinde akıl almaz acıları yaşayan, canlı bir tarih olarak karşımıza çıkıyor. Yani Mahallebaşı unutulursa toptan unutulur Erzurum.
Bu müstesna yurt köşesi Kurtuluş Savaşında işgal güçlerinden çok çekmiştir. Caddelerinde, sokaklarında, damlarında, evlerin içerisinde Ermeni çetelerle birebir, göğüs göğse mücadeleler yaşanmıştır. Erzurumlu direnişçilerden Mezararkalı Mevlüt Ağa, Dursunbeyzade Cevat, Ebulhindili Cafer Bey, Kırbaşzade Fevzi, Süleyman Necati, Zakir Gürbüz, Lolanlı Mamo, Kılıç Mehmet, Hüseyin Avni, Küçük Kazım, Rüştü Paşa, Nalbantoğlu İsmail Bey, Namıkefendizade Ahmet, Solakzade Sadık, Selim Polat, Ali Galip, Alvarlı Efe, Kantarcızade Mustafa, Selimoğlu Sabri, Binbaşı Süleyman, İsmailzade Tevfik, Kığılı Cazim, İbrahim Hakkızade Fehim, Hacı Recep, Hacı Nafiz ve Binbaşı Ahmet (Gobel) gerek şehrin muhtelif mahallelerinde ve gerekse Mahallebaşı’nda işgal günlerinde, yokluklar içerisinde mücadele etmişlerdir.
Günümüze kadar gelen sürede Mahallebaşı değerini hiç kaybetmemiştir. Bu bölge ne kadar unutulsa da, ilgilenilmese de, yok sayılsa da halen hatıralarıyla, canlı geçmişiyle yine dimdik ayakta duruyor. Bölgenin yetişen insanları, komşuluk ilişkileri, esnafın çeşitliliği ve birbirine saygısı Mahallebaşı’nın her köşesine sinmiştir (Foto:19). Bu birikim düne kadar hep yaşandı ve yaşatıldı; çünkü bu mahalle Erzurum’un bütün tarihi, kültürel, sosyal ve ticari ilişkilerini kucaklayan çok önemli bir merkezdi. Önemli oluşu şundandı: Kadim şehir Erzurum’un renkli simalarından Durak Kurnuç yöre ağzıyla, “Mahlebaşi Erzurum’un kal’asıdır’ diye anlatırdı. Elbette doğruydu bu tespit. Ahalide farklı bir ağırbaşlılık vardı. Vakur insanlardı onlar. Öyle ki, farklı mahalleliler, buranın esnafına ‘eke’ derdi o ağırbaşlılıktan dolayı. Hafifçe öne eğilip kısa adımlarla yürümeleri, yavaş fakat tok ses tonu ile konuşmaları buranın esnafına özgüydü. Hali, hali vakti yerinde olanlar konaklarda oturur; tüm Mahallebaşı, misafiri pek severdi. Eşraftan başta Durak Kurnuç olmak üzere, Erzurum Belediye başkanlığı yapmış meşhur Kazım Yurdalan, Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Mehmet Nuri Yılmaz, 1920-1923 yıllarında I. Dönem Erzurum Mebusluğu, 1902-1905 yılları arasında Erzurum Belediye Başkanlığı yapan, aynı zamanda Mahallebaşı’nda Veyisefendi Camiini inşa ettiren meşhur politikacı Durak Sakarya, tüccardan Hanefi Gençay, Tebriz Palas otel ve kıraathanesinin sahibi Hamza Urvasızoğlu, Ankara Pazarı’nı işleten Münir Yılmaz, Eczacı Ömer Caferoğlu, İşhanı işleten Mühürdaroğulları, sözüne güvenilir tüccarlardan Hanefi Gençay, Arifiye Hamamının sahibi Gar eski Müdürü Arif Üye’nin eşi Meymenet Hanım, Hasırcı Bilal, Kalaycı Muzaffer, Kahveci Tayyib, bakır tas içindeki suda fal bakan Falcı Naime ve Mahallebaşı’nın olmazsa olmazı, efsane doktoru ‘Çöplük Doktoru’ namıyla bilinen Celal Usakalp ve daha nice gönül dostları, bu semtin anılarıyla yoğrulmuş insanlardı. Mahalleler, semtler elbette sadece esnaf, memur, okumuş insanlarıyla anlatılmaz; mahalleler bir bütündür. Ali de anlatılır Veli de… Bu münasebetle Mahallebaşı’nın bağrına bastığı, ruh dünyaları biraz hassas olan, kimi zaman meczup diye adlandırılan simaları da yaşamıştır. Onlardan sadece Ali Rıza’yı, Kasap Mustafa’yı, Eşo’yu, Omo Kemal’i, Deli Durak’ı, Pempe nene’yi ve Gıyas’ı anmak istiyorum. Semtin adeta simgesi olmuş, kendi hallerinde kimseye karışmayan divaneleriydi Mahallebaşı’nın.
Bütün bu isimlerden başka ismi sadece Erzurum’da değil, Türkiye’de değil neredeyse bütün dünyada bilinen, 93 Harbinin efsane kadın kahramanı Nene Hatun da Mahallebaşılıydı. Evi barkı, çoluğu çocuğu ve hatta son zamanlarda yok edilse de büstü buradaydı. Ruslara karşı direnişine burada başladı ve burada hayata veda etti. Keşke bir cesur insan çıksa da bu evi sil baştan yaptırsa ve bir 93 Harbi müzesine çevirse! Keşke… Dedik ya burası insan emeğiyle bina edilmiş bir semt. Her köşesi tarih sayfası gibi okunması gereken bir açık hava müzesi. Nene Hatun’un evinin biraz ilerisindeki geniş meydanda, 93 Harbini gelene geçene hatırlatan, adı Türk Tarihinde unutulmazlar listesine giren büyük komutan, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın da büstü var meydanın tam ortasında.
Yazımızın başından beri hep Mahallebaşı’nı anlattık; ama daha bitmedi. Bütün özelliklerini sıraladığınız zaman, inanıyorum ki Anadolu’nun hiçbir şehrinde böyle bir semte/mahalleye rastlayamayacaksınız. Mahallebaşı, şehrin candamarıdır dedik. Doğrudur. Ekonominin nabzı burada atar. İstanbul’un nasıl ki dünya çapında ‘Tahtakale’ ticaret merkezi varsa, ‘Erzurum’un da Tahtakalesi Mahallebaşı’dır,’ desek yanlış olmaz. Evet, kesinlikle yanlış değildir. Hatta o kadar önemlidir ki çevre üreticilerin “7 Haftalar” dediği sonbahar günlerinde, kışa hazırlık olarak, insanın ihtiyaç duyduğu bütün tarım ürünleri Mahallebaşı’nda Kuru Hal’de (Foto:20), dükkanlarda halkın beğenisine sunulurdu. “7 Haftalar” müthiş bir gelenekti; ama devam ettirilemedi. Günümüz şartlarına uygun olarak bu gelenek mutlaka yaşatılmalıydı. Bu geleneği elbette sivil toplum kuruluşları ve Esnaflar Birliği Kuruluşu ele alması gerekirdi. Ata/ dede mesleği soba imalatı olan Ali Usta, kısmen de olsa, halen bu “7 Haftalar” geleneğinin devamı olarak hizmet vermektedir. Bu gün büyük şehirlerde ‘Organik Pazarlar’ diye adlandırılan ticaretin ilk şekli değil midir ‘7 Haftalar’?
Mahallebaşı’nda bir insanın ihtiyaç duyabileceği her şey bulunabilir. Yüzyıllardır bu gelenek böyle biçimlenmiş. Doğan çocuktan ölen insana, ne ihtiyaç varsa burada bulunabilir. Dünya zıtlıklarıyla anlam kazanıyor, tıpkı gece ile gündüz; yaz ile kış gibi… Binlerce yıllık geçmişin içerisinde insani her türlü ihtiyaçların karşılandığı yer olduğu için Mahallebaşı’nda belki savaş yıllarından belki de daha önceki yıllardan kalan, halkın ‘Genelev/ Umumhane’ diye adlandırdığı ticari işletmeler de bu bölgedeydi11. Şehrin yangınına koşan itfaiye ekipleri de Mahallebaşı’ndaydı. Otelleri, kıraathaneleri, kasapları, kadayıfçısı, fırınları, Erzurum’un her tarafından satılmak için getirilen canlı hayvanları, alaftarları, zahirecileri; köylerden ve diğer illerden gelen kuru fasulye, bamya, sucuk, aşma, kuru dutun getirilip satıldığı Kuru Hali, Yağ Hali, hasırcıları, kalaycıları, fırında kızartılmış koyun kellelerinin satıldığı camekanlı tezgahları, ayrıca suyunun daha yumuşak ve şifalı olduğuna inanılan Akpınar Çeşmesi (Foto:21), mahalleli için çok önemlidir. Tarihi bir çeşmedir. Meydanın güneybatısında yer alan çeşme, dikdörtgen boyutlarda sivri kemerli bir nişe sahiptir. Suyunun çokluğu ve berraklığı nedeniyle “Akpınar” olarak adlandırılmış olan çeşme ilk günkü su zenginliğini hâlâ sürdürmektedir. Çeşme alınlığında 0.84 x 0.46m. ölçülerinde, mermer üzerine sülüs hatla yedi satırdan oluşan kitabenin son satırında rakamla tarih belirtilmiştir. (Foto:22)Araştırmacı Haldun Özkan’ın ‘Kitabeli Erzurum Çeşmeleri’ adlı makalesinde12 1745 yılında onarım gördüğünü belirtmiş. İlk yapım tarihi ve yaptıran hakkında bilgi yoktur ne yazık ki. Kitabesindeki 1745 yılı tamir edildiği yıldır. İsmail Ağa tarafından onarım yaptırılmış. Kitabeye de şu notlar düşülmüş: “Cömertlik gösteren kerem sahibi İsmail Ağa’nın cömertliği ve iyiliği devamlı ve akıcı olsun. Harap olmuş iken bu güzel çeşmeyi ihya etti. Yüce Allah’ın huzurunda hemen kabul edilsin, İsa yüzlü birinin sesi gelip dedi tarihi, Aktı, gel, berrak su iç yarasın. Yıl 1745” Ayrıca tarih kitabesinin son mısrası Ebced hesabına çevrilince 1158 Hicri-1745 Miladi tarihine denk gelmektedir. İsmail Ağa’nın harap olan çeşmeyi bu tarihte onarttığı belli oluyor.
Deve kervanları için yaptırılan tadı biraz şorak (ekşimsi) olan diğer çeşme de Develer Çeşmesi’dir. Dedik ya bu kente damga vurmuş, simgesi olmuş çok amaçlı açık hava müzesi gibidir burası. Bu müzenin içerisinde bulunan her hareket birimi yaşamalıdır, yaşatılmalıdır. Hatta valiliğin, belediyenin bu bölgeyle ilgili özel projesi olmalıdır. Mahallebaşı bütün canlılığıyla yaşatılmalıdır.
Evliya Çelebi’nin dahi yolunun düştüğü Mahallebaşı, aslında şehre bir başka gözle bakar. Bunu Mahallebaşı’nda yetişenlerden biliyoruz. Ne yazık ki bu pencere artık kapanmıştır. Yüz yıl önce, belki de kırk yıl öncesine bile gittiğimizde, gerek Erzurum’da ve gerekse sözgelimi İstanbul’da, Adana’da yaşayan bir gelenek, evet ne yazık ki kültür değişimine uğrayarak kaybolmuştur. Romanlara, tiyatrolara, filmlere hatta şarkılara konu olan ‘külhanbeylik/ kabadayılık’ bu değişen kültürle, daha doğrusu post-modern kültürle birlikte yok olup gitmiştir. Mahallebaşı bu geleneğiyle de şehrin en saygın, en önemli yeriydi. Her şeyden önce, şehrin hatırı sayılır kabadayıları bu bölgede yetişmiştir. Mahallebaşı’nda kabadayılık bu bölgenin her köşesine sinmiş, görerek edinilen, biraz da Allah vergisi yüreklilikle, yaşatılan bir efendilikti. Buranın kabadayıları kelimenin tam anlamıyla efendiydi. Mahallebaşı’nın kabadayıları en az mahallenin tarihi kadar ünlüydü, namlıydı. Kabadayılığın özünü bilmeyene bu sözler garip gelebilir. İşin aslında, Türk kabadayılık geleneğinde asla ve asla kabalık, hakaret, soygun, hırsızlık, cinayet, devlete saygısızlık, suçsuza/ masuma parmak sallama, gelene geçene saldırma, haraç almak, etrafa sarkmak, komşuya yan gözle bakmak, ulu orta kavga etmek, yol kesmek, içip içip nara atmak yoktur. Kabadayılığın hayat felsefelerinde bu davranışlar yoktu, olmazdı da. Hele hele kumar, esrar gibi alışkanlıklar asla olmazdı. Yanlış bilgilerle yola çıkan Türk filmciliği, ne yazık ki halka kabadayılığı, sırf seyirci çekebilmek için, bu görüntüsüyle yansıtmaya çalıştı. Bu yüzden kabadayılık çete, mafya anlayışıyla birleştirildi. Toplum da öyle bildi.
Pek tahsil hayatları olmayan kabadayılar, genellikle ya bir mekan işletirler ya da gündelik ticaretle uğraşırlardı. En çok da kıraathane, kendi hayat çizgilerine daha çok uyardı. Sözgelimi Erzurum’un meşhur kabadayılarından Nunuk, Mahallebaşılıydı. Kahvehane işletirdi. Nunuk’tan başka aynı geleneği devam ettiren Sarı Yavuz ve Kasap Tahsin de ünlüydü. Dersimli Ahmet, Darto Selahattin, Dımbıl Yaşar, Beton Mehmet, Solak Yaşar ve hatta Metre Muhlis adıyla bilinen Mahallebaşılı bir başka kabadayı daha vardı. Bunlar ünlüydüler ve halkın sevgisin de kazanmışlardı. Her kabadayının yanında, ona hayranlık duyan, kabadayı olmak isteyen yeni gençler de olurdu. Gelenek böyle devam ederdi. Mahallebaşı’nın külhanbeylerinden söz etmişken Erzurum’un diğer külhanbeylerini de anmak gerekir: Yoncalık’ta Solak Apdo ve Cabbar Gani çok namlıydı, Çırçır’da Uzun Faho, Tebrizkapı’da Felek, Cumhuriyet Caddesi’nde Talebe Mustafa, Kor Tahsin, Bahriyeli Cevdet, Vıdıt Adnan şehirde tanınan, bilinen, sevilen külhanbeylerindendi.
Kabadayıların ortak özellikleri olurdu. Mesela onurlu insanlardı. Paraları olmasa bile kimseye boyun eğmez, borç almaz, dik dururlardı. Bilekleri güçlü, açık sözlü, yürekli ve gözükara insanlardı. Bu yönleriyle Bolubeyi’ne kafa tutan Köroğlu geleneğinin temsilcileridir, denilebilir. Zaten hemen hemen hepsi yoksul aile çocuklarıydı. Kendi ailelerinden, yoksulluklarından hiç konuşmazlar; ama herkesi dinlerlerdi. Onlar her mekanda oturmaz, herkesle sohbet etmezlerdi. Güldüklerini de kimse görmemiştir. Toplumun ayrılmaz parçası olan, halktan yana olan külhanbeylerinin dünyaya duyurmak istediği davranışlardan biri de kavgalarıydı13: Onlar asla halkın arasında kavga etmezlerdi. Hasımlarıyla aralarında bir anlaşmazlık olduğunda, devrin ulaşım araçları olan faytonlara biner, ‘Araplardüzü’ denilen şehrin dışındaki, kimsenin olmadığı yere gelir, kozlarını paylaşırlardı. Kabadayılar kavga sırasında asla tabanca, bıçak kullanmazlardı; bu kabadayılığa leke süren bir hareketti. Yumruk yumruğa kavgalarını eder; fakat kavga sonunda dünyada eşine benzerine rastlanılmayan bir hareketle, kabadayılığı taçlandırırlardı: kavgayı kazanan, yendiği rakibini kolundan tutar kaldırır ve gerekirse hastaneye götürürdü. Erzurum’da ve özellikle Mahallebaşı’nda kabadayılık buydu. Aslında Erzurum’u ülke çapında mert, yürekli özellikleriyle tanıtan bu davranışlardı. O da günümüzde kalmadı.
Mahallebaşı’nın hiçbir şehirde olmayan birçok özelliği var. Bunu herkesin görmesi ve bilmesi gerekiyor. Yine farklılık yaratacak, aslında sadece Mahallebaşı’nı değil, tüm şehri ilgilendiren, duymayanları hayrete düşürecek bir diğer tarihi özelliği de yer altındaki farklı bir Erzurum şehrinin zamanında inşa edilmiş olmasıdır. Çocukluğumuzun geçtiği Mahallebaşı semtinde, Gazi İlk Okulu’nun karşısında, Sağlık Ocağı inşası sırasında ortaya çıkan yer altı yoluna, çocuk aklıyla giren, bir hayli ilerleyen, karanlık ve korkutucu olduğu için yarı yoldan dönen, dönerken paslı, kullanılmayacak kadar eski bir toplu tabanca ve mermilerini bulan arkadaşlarımızın olduğunu biliyoruz. Sağlık Ocağı inşasında çalışan işçilerin tabanca ve mermilere el koyduğunu da buradan söyleyebilirim. Bu bilmediğimiz; ama Kurtuluş Savaşı yıllarında, belki daha önceki yüzyıllarda, bizzat atalarımızın kullandığı yollar, dehlizler, tüneller, yaşam alanları, sığınma ve saklanma odaları, cephaneliklerden oluşmaktadır. Her şeyden önce yüzlerce yıl öncesinin savunma şekilleri gereği, burada da Tabyalar arası; Erzurum’a giriş kapılar arası, şehrin muhtelif yerlerinde bulunan cephaneliklere ulaşabilmek için yer altı yollar yapılmış olabilir. Tıpkı Anadolu’nun birçok şehrinde; Gaziantep’te, Nevşehir’de, İstanbul’da olduğu gibi… Biz bu Erzurum’daki yer altı şehrini büyüklerimizden duyardık çocukluğumuzda. Bir kağnının geçebileceği genişlikte girişlerin olduğunu, içerisinde rahatlıkla yaşanabilecek odaların olduğunu hep duyardık. Hatta bu gün dahi bazı hemşehrilerimizin bildiğini, gördüğünü; zaman zaman devlet organları tarafından incelemelerin yapıldığını da biliyoruz. Ancak bu yer altı şehri diyebileceğimiz ikinci Erzurum’un tarihini Sasanilere, Araplara, İlhanlılara hatta Romalılara kadar götürebiliriz. Arkeoloji, nerede bir kale varsa orada yer altı şehri, yer altı tünelleri, yaşam alanları olabilir, der. Bu nedenle kim bilir belki yapılalı 6 bin yıl oldu, belki 3 bin yıl… Belki de her medeniyet bu yer altı şehrine ayrı bir ekleme yaptı. Son olarak da belki 93 harbi ve Kurtuluş Savaşı yılları eklemeler, düzenlemeler yapılmış olabilir. Kale’nin temelini atan Romalılar olduğuna bu tüneller tıpkı İtalya’da Romalıların yaptığı tünellerin benzerleri olabilir. Her gelen kültür kullandığına göre değişikliklerin, eklemelerin yapılmış olması mümkündür. Belki ilk günkü gibi kalsaydı Erzurum için olağanüstü bir turizm zenginliği olabilirdi. Şüphesiz bu güne kadar geçen sürede yer altı yolları, şehrin ihtiyaç duyduğu yer üstü yeni yollar, inşaatlar nedeniyle kapanmış, tıkanmış, kullanılmaz durumda olabilir. Türk Tarihini, Erzurum Tarihini araştıran, yazan biri olarak benim önerim, bu yer altı şehrinin yerel yönetimce en uygun olan bölümünün restorasyonunu yaptırarak yerli ve yabancı turizme kazandırılmasıdır. Yer altı şehrinin haritası ve tarihçesi ile beraber, dönemi yansıtan müzeye bile dönüştürülebilir. Tıpkı Gaziantep’te, tıpkı Nevşehir’de olduğu gibi…
Şehrimize yapılacak çok önemli bir hizmettir bu.
Gün geçtikçe yozlaşan, değerlerini yok eden bir ülkede yaşıyoruz. 1970 sonrası kardeşin kardeşi öldürdüğü, siyasi kutuplaşmanın selamlaşmayı bitirdiği o günleri ne yazık ki yaşadık. Üzülerek belirtelim ki en hazin örnekleri de yine Mahallebaşı yaşadı. 70’li 80’li yıllarda kalem sahiplerinin, siyasilerin, akil insanların bu yaraya çare bulacağını umutla bekledik. Olmadı ama… Ateşe, körükle gitmenin sonucunda, aynı mahallenin genç insanları sağcı ve solcu, milliyetçi ve devrimci diye ayrılmaya başladı. Okullar, mahalleler siyasi kamplara bölündü. İnsanlar, özellikle gençler silahla kendisini korumaya çalıştı. Bunun sonucunda her evde analar, babalar ıstıraplarıyla baş başa kaldı. Mahallebaşılı genç vatan evladı Bahrettin Dedeşen kurşunlara hedef oldu. Arkasından Kemal Durmazpınar… Arkasından Taği Mazlumoğlu… Ve daha binlerce Türk genci… Büyük Güçlerin senaryosu Milli Mücadeleden 50 sene sonra tekrar ülkemizde yaşandı.
I. Dünya Savaşı’nın yaraları daha sarılmamışken, II. Dünya Savaşı tüm dünyayı büyük bir sarsıntıya, büyük bir çöküşe sürükledi. Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar savaşa girmediyse de dünyada görülen ekonomik buhran, salgınlar, işsizlik, kıtlık tehlikesi ülkemizi de etkiledi. İş bulmak, daha iyi eğitim alabilmek için göçler başladı. Göçler nedeniyle şehirlerde, mahallelerde nüfus hareketliliği şehirlerin sosyal, ekonomik yapısında büyük değişikliklere sebep oldu. Bu değişimi yaşayan mahallelerden biri de Mahallebaşı oldu. Her şeyden önce çevre köylerde ve kasabalarda yaşayan vatandaş, daha iyi koşullarda yaşayabilmek için köyünü terk edip şehirlere geldi. Mahallebaşı’ndaki nüfus değişimi böyle başladı. Oysa köylerimizin, kasabalarımızın tümü aynen, sözgelimi, İstanbul’daki Şişli, Beşiktaş; İzmir’deki Konak; Ankara’daki Çankaya ilçelerinin imkanlarına kavuşturulmuş olması gerekir. Yani İstanbul Şişli’deki bir vatandaş hangi yaşam koşullarında yaşıyor ise, yine sözgelimi, Erzurum/Horasan ilçesindeki vatandaşımızın da yaşam imkanları aynı olmalıdır. İnsan hakları bunun böyle olmasını ister. Yöneticiler de bunun için vardır. Göçlerin temel nedenlerinden biri de budur. Binlerce yıllık geçmişi olan bu bölge savaşların, göçlerin, iç çalkantıların da etkisiyle 1980’ lerden, hatta 1970’lerden sonra kimlik değişimine uğradı. Halkın yaşadığı konaklar, evler, hanlar, hamamlar, dükkanlar, sokaklar zamana yenik düştü. Bölge yenilenemedi. Tarihi ve kültürel miras zaman içerisinde kullanılamaz hale geldi. Bazıları da gözlerimizin önünde yıkıldı. Sahipleri de bölgeyi terk edince, kentler yaşayan varlıklar olduğu için, bu sefer el değiştirdi. Yeni sahipleri kültürel miras olarak bakmadığı için ya müteahhitlere verdi ya da kendi imkanları ölçüsünde çarpık kentleşme modellerine uygun olarak yeniden inşa etti. Bu göç dalgası, maalesef, yeni göç edenlerle yerli insanlar arasında, çeşitli farklılıklardan dolayı itişip kakışmalara da neden oldu. İstenmeyen hadiselerden biri 1993 yılında yine Mahallebaşı’nda yaşandı. Ülkemizi ve Erzurum’u kana bulayan PKK kaynaklı terör eylemlerine, Erzurumlunun verdiği tepkiden dolayı Mahallebaşı’nda istenmeyen hadiseler olabilirdi. Şehrin akil ve yol gösterici insanlarında Naim Hoca’nın birleştirici, sakinleştirici tutumuyla şehir ve özellikle Mahallebaşı büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldu. Naim Hoca’nın tavrı bu gün dahi güncelliğini korumaktadır; çünkü PKK terör örgütünün asla ve asla Kürt sorunlarını çözmeye çalışan bir örgüt olmadığı, aksine Büyük Güçler, özellikle Amerika tarafından desteklenen, yüz yıl önce terörist ‘TERO’çetesi, dünkü ‘ASALA’ terör çetesi neyse, bu günkü Ermeni teröristler tarafından kurulan PKK terör çetesi de aynıdır. Bu yüzden çeşitli yanlış anlaşılmalardan dolayı meydana gelecek hadiseler, Naim Hoca gibi aklı başında insanların yerinde davranışıyla önlenebilmişti. Bu ‘Kentsel Çöküntü’, kültürel mirasımız olan Mahallebaşı’nı, tarihiyle hiç ilgisi olamayan bir kimliğe oturttu. Mahallebaşı’nın aslına uygun büyüyememesinden dolayı kentsel kimliğini koruyamadı. Kentsel kimliğini koruyamayan şehirler ise özgünlüklerini kaybedebilirler.14
Erzurum’a ve Erzurum tarihine Mahallebaşı’ndan bakan bu araştırmamızı bitirmeden önce, bir konudan daha bahsedeceğim. Semtimizin hemen yakınında Nene Hatun Milli Parkı var. Aziziye ve Mecidiye Tabyalarını da içine alan muazzam park. Umudumuz, bu parkın Erzurum’un atıl duran doğu cephesine yeni bir soluk, yeni bir kan getirmesidir. Ancak bu parkın batıya ve ovaya bakan tarafında tarihi bir mekan daha sessizce bekliyor. Yıllardır bu sessizliğini kimseye duyuramadı. Burasının adı Yanık Dere Şehitliği’dir (Foto:23). Derenin kendisi Palandöken dağının sularını ovaya taşıyan, hatta daha sonra kurutulan ovadaki gölün sularına kaynak oluyordu. Gölün kenarı sazlıktı. Binlerce değişik kuş çeşidine ev sahipliği yapardı. Erzurum’un muhteşem bir köşesiydi. Dere ve göl kurutuldu. Göl, şehirli çok bilmiş insanlar tarafından kurutuldu. I. Dünya Savaşına, Milli Mücadele günlerine tanıklık etmiş Yanık Dere ise yapılan katliamlar sonucunda, adeta unutulmak istendi ahali tarafından. Oysa bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi burası da, yaşananları geleceğe aktaran bir şehitlik meydanına dönüştürülebilirdi. Bu yüzden şehitlik alanı, mutlaka ‘Milli Park’ sınırları içerisine alınmalıdır. Yanık Dere, 1916 Rus işgali ile başlayan süreçte, özellikle 1918 yılında, Ermeni çeteler Tero, Remgavar, Taşnaksutyun tarafından şimdilik bildiğimiz kadarıyla 3 bin masum, sivil Erzurumlunun katledildiği yerdir. Bizler de bu bölgenin insanları olarak Yanık Dere’yi gelecek nesillere aktarabilmek için anıtıyla, şehitlik alanıyla, müze alanıyla yeniden ele alınmasını istedik. Bu şehitlik alanı aynen ‘Çanakkale Şehitliği’ gibi, aynen ‘Sarıkamış Şehitliği’ gibi ziyaretçilerin gelip, tarihi yaşayacakları bir alana çevrilebilir.15 Böyle bir alan Mahallebaşı’na artı bir değer katacaktır şüphesiz.
Günlük sosyal hayatının yanında Erzurum savunmasında da çok önemli yeri olan Mahallebaşı’nın hemen batı yönünde, Firdevsoğlu Kışlası’nın güney yönünde, Top Tabya, daha güneyde Tepe Mezarlık Tabyası ve Gümrükçü Tabyası bulunur. Erzurum’a doğudan giriş yapılan Kars Kapısı tam da buradadır. Daha Kuzey doğu yönünde de Topdağı üzerinde Karabaş, Vasıfpaşa, Südnişan Tabyaları, daha doğuda Mecidiye ve Aziziye Tabyaları Erzurum savunması için çok önemli mevkilerdir. Erzurum’un meşhur Cirit Oyunu’nun oynandığı meydan da, yine sözünü ettiğim Gümrükçü Tabyası’nın hemen yanındadır. Şüphesiz şehrin tarihine damga vurmuş, böylesine kültürel zenginliği olan Mahallebaşı’nın elbette ki ölüsü de şehidi de çok olacaktır. Bu yüzden Mahallebaşı’nın dört bir tarafında mezarlıklara da rastlıyoruz. Batı tarafında Çürüklük Mezarlığı, güney ve güney doğu yönünde Tepe Mezarlık ve Acem Mezarlığı’nı semte en yakın mezarlıklar olarak sayabiliriz.
Acı tatlı hatıralarıyla, renkli simalarıyla, İpek Yolu kadar eski tarihiyle Mahallebaşı, günübirlik politikalardan uzak, kendi coğrafyasının verdiği anlamı idrak ederek, zamanında ele alınsaydı, bu gün Erzurum’un batıya, hatta uluslar arası arenaya açılan bir kültür kapısı olabilirdi; ama bu açılım yolların asfalt yapılmasıyla, konut inşaatları yapmakla, led ışıklandırmalarla olmuyor. Burada coğrafya ziyan edilmeden korunmalıydı. Bir bilim, kültür heyetiyle yapılmalıydı bu koruma, düzenleme. Bütün dünyada böyle yapılıyor. İnsanlar toprağın, tarihi binanın, anıtın, müzenin şehirlerin hafızası olduğunu bilmelidir. Bu tarihi değerler, müzeler yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve halkın gayretiyle meydana gelir, korunur, yaşatılır.
Erzurum’un batıya açılan kapısı Mahallebaşı mutlaka tüm değerleriyle yaşatılmalıdır.
Mehmet Dağıstanlı
Eğitimci-Yazar
Eğitimci Sanatçılar Derneği Başkanı
KAYNAKLAR
Küçükuğurlu, Murat, Erzurum Tabyaları ve Kışlaları, Erzurum Büyükşehir
Belediyesi, Kültür Yayınları, İstanbul, 2013.
Solakoğlu, Cahit, Bir Kentin Aydınlık Yüzü, 2011, İstanbul.
Hancı, Hanifi, “Seyyahların Gözüyle Erzurum”, 2009, İstanbul.
Goloğlu, Mahmut, “Erzurum Kongresi”, Ankara, 1968.
Kocagüney Vehbi, “Erzurum Kalesi ve Savaşları”, Erzurum, 2015.
Aras, Sıtkı, “Bir Şehrin Ruhu Erzurum”, İstanbul, 2007.
Dağıstanlı Mehmet, “Yanık Dere- 1915- Erzurum”, 2012 İstanbul.
Oral Atilla, “Nuri Killigil, Kafkasyada İslam Ordusu” 2016
Yüksel Mevlüt, 1. Dünya Savaşı’nda Erzurum’un Rus İşgaline Düşüşü
Yüksek Lisans Tezi, Erzurum- 2006
Zengin Ersoy, Osmanlı’dan Cumhuriyete Erzurum’da Silah Üretim Tarihine Bakış
ve Erzurum Silah Tamirhanesi; Firdevsoğlu Kışlası İş Ocağı
Köşklü Zerrin, Erzurum’da Osmanlı Dönem Hanları, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Sayı 5, 2010,
Murat Türker Tüfekçioğlu, Erzurum Fotoğrafları ve Belgeleri Arşivi
Mustafa Yıldırım, Erzurum Fotoğrafları arşivi
Kayserili, Alperen, Erzurum Şehri’nin Kültürel Coğrafyası, (Maddi Kültür Öğelerine Göre), Doktora Tezi, Erzurum, 2011
Ömer Atabeyoğlu, Hilal Turgut, Pervin Yeşil, Hasan Yılmaz, ‘Tarihi bir kentin değişimi: Erzurum Kenti’, Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü, Erzurum, 2011
Ersoy Zengin, ‘Osmanlı’dan Cumhuriyete Erzurum’da Silah Üretim Tarihine Bakış ve Erzurum Silah Tamirhanesi; Firdevsoğlu Kışlası İşocağı’ 1. Dünya Savaşı’nda Kafkas (Doğu) Cephesi Uluslararası Sempozyumu, 25-27 Eylül 2014 / Erzurum,
Erzurumsevdası Dergisi Mart sayı 11, 2020, Erzurum
1 Mahallebaşı, Yakutiye ilçesine bağlı ‘semt’ olarak adlandırılıyor.
2 Bu çizilen sınırlar, bu günün gözüyle değil de İpek Yolu’ndan 1970’lere gelinceye kadar geçen süreç içinde düşünülmelidir.
3 Misyoner, Bir dini, özellikle Hristiyanlığı yaymakla görevli kimse veya kendini herhangi bir
düşünceyi, bir ülküyü yaymaya adayan kimse.
4 Köşklü, Z. 2010:“Erzurum’da Osmanlı Dönemi Hanları”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s.114.
5 Evliya Çelebi, 1993:Seyahatname (Çev. T. Temelkuran, N. Aktaş), s. 549-550, İstanbul.
Hancı, H. 2009: “Seyyahların Gözüyle Erzurum”, s. 80, İstanbul.
6 Köşklü, Z. 2010:“Erzurum’da Osmanlı Dönemi Hanları”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s.114.
Hancı, H. 2009: “Seyyahların Gözüyle Erzurum”, s. 103, İstanbul.
7 Köşklü, Z. 2010:“Erzurum’da Osmanlı Dönemi Hanları”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s.114.
8 Oral, A. “Nuri Killigil, Kafkasyada İslam Ordusu” 2016, s. 223
9 Zengin, E. 2015: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Erzurum’da Silah Üretim Tarihine Bakış ve
Erzurum Silah Tamirhanesi; Firdevsoğlu Kışlası İş Ocağı. s.254-262.
Küçükuğurlu, M. Erzurum Tabyaları ve Kışlaları, Erzurum Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları,
İstanbul, 2013, s. 169. 181
10 Gazi İlk Okulu, Erzurum’da özel bir okuldur. O, ayrı bir makale konusu olarak anlatılacak. Kuruluşu, emek verenler, öğretmenleri, öğrencileri uzun bir yazının konusu.
11 Bu bölge, bir süre önce şehir yeniden planlanırken kaldırılmıştır.
12 Özkan, Haldun, ‘Kitabeli Erzurum Çeşmeleri’, Türk Dünyası- Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı:45, Ankara, 2018.
13 Dağıstanlı, M. 2012: Kabadayı geleneği, ‘Yanık Dere-1915-Erzurum’ romanında anlatıldı.
14 Atabeyoğlu, Ö, Turgut, H, Yeşil, P, Yılmaz, H, ‘Tarihi bir kentin değişimi: Erzurum kenti,’ Atatürk
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü, Erzurum.
15 Yanık Dere Şehitlik Alanı ile ilgili proje hazırlatılmış, ilgili makamlara sunulmuştur. [embeddoc url=”https://erzurumsevdasi.com/wp-content/uploads/2021/11/Mahallebasi.docx” viewer=”microsoft”]