ŞEHİR MEKTEBİ

Ömer Yaşar Özgödek

ŞEHİR MEKTEBİ

Minicik ayaklarımla beyaz badanalı mavi muşamba döşeli dar uzun koridordan koşarak aralık kalan tahta kapıdan bir solukla kendimi dışarı attım. Peşimden gelen büyük adımlı koşturmalara aldırmadan kapının önündeki taşlıkta kendimi buldum. Arkamdan yetişen büyük bir el, kolumdan yakalamasaydı belki de iki yanı taş merdiven olan o yükseklikten düşecektim. Beni tutan el, kucaklayarak yukarıya kaldırdı. “Sana dur dedim ya yavrum, az kalsın düşecektin” dedi. Dünyanın en rahat, en sevgi dolu ve en güvenilir kucağında son bulan masum firarım belki işe giden babamın peşinden gitme, belki de dışarıda oynama isteğimin bir neticesiydi. Orasını hatırlayamıyorum ama o mübarek kucaktan bir başka kucağa şehir mektebime yani sokağıma bakıyordum.

Sokaklar şehre aittir. Yaşadığınız sokak aslında sizin şehrinizdir. Çünkü şehir algınız yaşadığınız muhite göre belirlenir ve sizin sokak anılarınız aslında şehir anılarınızın temelini oluşturur. Çünkü yaşadığınız şehri, yaşadığınız sokağa göre tanımaya, değerlendirmeye başlarsınız ve zaman içerisinde bu iş tersine döner, yaşadığınız muhiti yaşadığınız şehre göre değerlendirmeye başlarsınız. Sonra bu iş gittikçe ilerler ve yaşadığınız şehri yaşadığınız ülkeye göre değerlendirirsiniz. Tabi ki dünya algınızda yaşadığınız ülkeye göre değişir. O yüzden olacak ki şehircilikte belirlenen nihai nokta kent vatandaşlığından ülke vatandaşlığı bilincine ulaşmaktır. Bunun için yerel araştırmacılık, şehircilik açısından son derecede önemlidir. Çünkü yerel araştırmalar sayesinde insanlar şehirlerini tanırlar ve şehir belleğini bu araştırmalar ile muhafaza ederler. Şehir belleğinin temeli ise şehir anılarında yatar. Bu yüzden şehir anılarınız aslında düşündüğünüzden çok daha önemlidir. Çünkü bu anılar yerel tarihçiliğin temelini oluşturur ve şehrin geleceğini yaşayacak olanlara geçmişi anlatır.

Çocukluk, insanın en saf ve hafızasının en berrak olduğu dönem. Alt bilincin oluştuğu ve bir şekilde insanın kaderinin belirlendiği bu dönemde yapılanlar, karşılaşılan engeller ve yenilen güçlükler, yetişkinlerin verdikleri telkinler ve dış ortamda alınan mesajlar, ilerleyen yaşlarda üst bilinci yönlendirmektedir. Bu yönlendirme sayesinde, alt bilinç kişinin başarılı, başarısız taraflarını belirlemekte ve yeteneklerini gün yüzüne çıkartmaktadır. Alt bilinç sadece insanın kişisel kaderini değil, kişinin içinde bulunduğu toplumu ve yaşadığı şehri de etkilemektedir. Bundan dolayı şehre ilişkin anılarda çocukluk anılarının apayrı bir önemi vardır. Çünkü insan yaşadığı yeri birazda alt bilinçle değerlendirecektir. Yani çocukluk anılarıyla. Bundan dolayı olacak ki Avrupa da mutlu kent kavramı içerisinde çocuk dostu şehir olmak için ciddi belediyecilik çalışmaları yapılmaktadır.

Efendim, şehre ilk baktığım yer Emin Kurbi Mahallesi, Nene Hatun Caddesi üzerinde bulunan 14 kapı numaralı evin önünde iki tarafı taş merdivenli olan kapının dış eşiğiydi. Bu adres benim aynı zamanda şehrime, Erzurum’a ait bildiğim ilk adresti. Nene Hatun Caddesi Eminkurbi ve Yeğen Ağa isimli iki tarihi mahallemizi ayırırken bir yandan da Mahallebaşı ve Gölbaşı isimli iki semtimizi birbirine kavuşturmaktadır. Caddenin başlangıç noktası Mahallebaşın’da şimdiki yağcılar sitesinin biraz aşağı kısmında kalan, üzerinde Nene hatun heykeli bulunan bir çeşmedir. Caddenin bitiş noktası aşağıda Gölbaşına doğru uzanarak şimdi çevre düzenlemesi yapılan Lal Baba türbesinin önüne kadar uzanır. (Erzurum’da Sahabe-i Kiramlar üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Abdurrezzak Türk, Halk arasında Lal Baba olarak bilinen bu zatın Ebul Fettah Enisi isimli sahabei kiram olduğunu iddia etmektedir.) Kabataslak sınırlarını verdiğim bu cadde benim çocukluk yıllarımın geçtiği ve Erzurum’a ilişkin ilk hatıralarımın yazıldığı yerdir ve bundan dolayı olacak benim için şehir merkezi burasıdır.

Nene Hatun Caddesinin, parke taşlarla kaplı olduğu döneme ait sesler benim kulaklarımdan hiç gitmez. Bu taşların üzerinde yürütülen veya koşturulan atların koşumlarına takılan çıngırakların çın çınları ve nal sesleri ile bunların koşulduğu faytonların ve at arabalarının tahta tekerleklerinin çıkardığı sesler hala kulaklarımda çınlar ve şehrin geçmişinden notalar olarak ses belleğimde yer alır. Parkelerin üzerinin asfalt kaplanması ile bu seslere gırgır sesleri eklendi. Sağlam yatsı bir tahtanın üzerine teker olarak yerleştirilen bilyaların (rulmanların) çıkardığı gırgır seslerinden olacak çocukluğumuzun bu unutulmaz oyuncağına gırgır denilmekteydi. Şehre ilişkin ses hafızamda özellikle kış aylarında eğlence denilen patlamış mısır satanların “goduda beşe” bağrışlarının da unutulmaz bir yeri vardır. Beyaz torbalar içerisinde bardak hesabıyla satılan bu goduda beşenin tadı daha sonra sinema salonlarında satılan veya elektrikli makinelerde patlatılarak satılan popcorn dan çok farklıydı.

Benim çocukluk evim, caddenin Eminkurbi mahallesine bakan tarafındaydı. Evimin hemen sağ tarafında boş bir arsa vardı. Bu arsa Karadenizli komşularımızın semaver çaylarını içtikleri, kazlarını besledikleri, tavuklarını yemledikleri ve kazların olmadığı zamanlarda ise bizim yani çocukların oyun oynadığı bir arsaydı. Bugün bu arsanın üzerinde bir baz istasyonu yükselmektedir. Arsamızın arkasında merdivenlerle çıkılan ve Narmanlı arsası denilen bir başka arsa daha vardı. Bu arsa ise trafikten uzak olması nedeniyle büyük ve iddialı maçların oynandığı bir futbol sahasıydı. Top sahası olan arsanın yanında Müştakgiller lakabıyla bilinen bir ailenin oturduğu evin yanında bir çeşme vardı. Müştakgillerin Çeşmesi denilen bu çeşmeden bayramın ilk günü sabah namazı ile bayram namazının bitişi arasındaki sürede zemzem suyu aktığına ilişkin mahalle halkında bir inanış vardı.(Aynı inanış Ak Pungar çeşmesi içinde vardır.) Bu inanışın nereden kaynaklandığı hakkında daha sonra yapmış olduğum araştırmalarda herhangi bir bilgiye ulaşamadım ama yine de bu çeşme hakkındaki bu inanışa hatıralarımda yer vermek istedim. Şehir efsaneleri iyi yönlendirilip pazarlandığında mekân pazarlama stratejisini güçlendirir ve kent yaşantısına bir gizem katar. Özellikle çocuklar için bu efsaneler yaşayan bir masal olarak hafızalarında yer tutar ve yukarıda bahsettiğim alt bellek içerisinde yer ederek yaşadıkları şehre ilişkin aidiyet ve sevme duygularını şekillendirir.

Evimizin yanındaki arsanın hemen bitişiğinde Orhan ustanın motosiklet tamirhanesi vardı. Orhan usta mahallenin çocukları ile eğlenir, onları kapısının önünde duran ve tamir için sıra bekleyen motosikletlerin üzerine oturtur, oynamalarına izin verirdi. Bu motosikletlerin çıkardığı gürültü ve egzoz patlamaları hala kulaklarımdan silinmez. Marshall motoru dedikleri bu motosikletlerin çoğu Marshall yardımı kapsamında gönderilen ve köylerde görev yapan hekim, veteriner ve ziraat mühendislerinin görev mahallerine ve arazilere ulaşımlarını kolaylaştırmak amacıyla verilen Harley Davidson marka motosikletlermiş. Bir veterinerin görev yerine giderken kendisine tahsis edilen motosikletle kaza yaparak vefat etmesi nedeniyle veteriner ve ziraat mühendislerden geri alınarak vatandaşlara para karşılığında devletçe satılmışlar. Orhan ustanın dükkânının tam yan tarafında ise Turan ve Orhan isimli iki kardeşin otomobil tamirhaneleri vardı. Bu iki kardeşin kapısının önünde Chervolet, Impala ve Ford marka arabalar dizilirdi. Tabi tek tük olsa da Hacı Murat lakaplı Fiat 124 ve uçan teneke lakaplı Renault 12 ve kendini otomobil sanan denilen Anadol arabalarda bu kuyruğa dahil olurlardı. Bu kuyruk içerisinde en çok polislerin kullandığı tosbağa lakaplı Wolsvagen marka bir araba aklımda kalmıştır. Diğer arabaların yanında oldukça farklı duran bu aracı en sonunda Eminkurbi Mahallesi muhtarı olan Cemil amcanın hurdalığında görmüştüm. Tıpkı motorcu Orhan usta gibi Turan ve Orhan ustalarda çocukları arabaların içerisine binmeleri ve kontağı kapalı olan arabalar içerisinde direksiyon başına geçip oynamalarına izin verirlerdi. Bir sabah uyandığımda bu iki tamirhanenin sanayi denilen bir yere taşındığını öğrendim. Eğer oraya gitmezlerse belediye ceza kesecek ve tamirhanelerini kapatacaklarmış, benim iki büyük oyuncağım ve sevdiğim üç abim veda ederek Nene Hatun Caddesinden benim nerede olduğunu bilmediğim sanayi denilen uzak bir yere gittiler. Daha sonraki yıllarda Turan abinin bir trafik kazasında vefat ettiği haberini aldım. Bu iki tamirhanenin yanında ise Karadenizli komşularımızın kereste atölyesi vardı. Kereste atölyesinin hızar sesi ve tamirhanelerden yükselen motor ve egzoz sesleri caddenin sesleri olarak hafızımda Birde bunlardan yükselen, benzin, yağ ve kereste kokuları da…

Kereste atölyesinden aşağıya indiğimizde yanmış ve yıkılmış halde kalan bir binanın kalıntıları vardı. Bu harabeden içeri girmek biz çocuklar için yasaktı. Bu binanın eski bir kilise olduğu ve Ermenilerin kaçarken yaktıkları mahalle ahalisince söylenmekteydi. Aslında kilise olduğu söylenen bu bina Osmanlının son dönemlerinde Amerikan board misyonerleri tarafınca inşa edilen ve Ermeni gençlerin hizmetine sunulan Amerikan Erkek okuludur. Bu bina bazı kaynaklara göre ise Fransız mektebi olarak ve bazı kaynaklarda da Amerikan konsolosluk binası olarak isimlendirilmiştir. Bu tarihi metruk binamızın karşı tarafında yani Yeğen Ağa Mahallesinde ise tüpçü bulunmaktaydı. AYGAZ marka tüplerin satıldığı bu dükkân Nene Hatun Caddesinin son bulduğu noktaydı. Bundan daha aşağıya indiğimizde Kuru Hapan denilen ve her türlü bakliyatın, bisküvi, gofret, şeker, çikolata, pestil, pekmez, tahin helvası ve kuru meyvelerin satıldığı çarşıya gelirdik. Bu çarşıya özellikle yaz aylarında gitmek benim çok hoşuma giderdi. Çünkü o yaz sıcaklığının kavurduğu dışarıdan bir anda serin hoş kokulu cıvıl cıvıl bir ortama giriyordum.

Efendim buradan tekrar Nene Hatun Caddesine geri dönelim ve tüpçüden yukarıya Mahallebaşı semtine doğru çıkalım. Tüpçünün tam yanında Rüştü Paşa İlkokulu bulunmaktaydı. Bu bina şu anda Yakutiye Kaymakamlığının ek hizmet binası olarak kullanılmaktadır. Bu binanın bahçesi beton kaplıydı ve bahçenin içinde üstü beton ile kaplanmış bir su borusunun ağzına takılan bir muslukla açılıp kapanan bir çeşme vardı. Yaz aylarında bu okulun bahçesi hanımların yünlerini yıkayıp çırptıkları ve halılarını yıkadıkları bir alan idi. Okul müdüründen alınan izinle hanımlar bu ağır meşakkatli işlerini hal ederlerdi. Tabi komşu dayanışması ile sırasıyla evlerin bu yün ve halı yıkama işleri çok çabuk bir şekilde biterdi.

Rüştü Paşa ilkokulunun hemen bitişiğinde okulun müdürü olan Zekai TÜFEKÇİ Hocanın evi bulunmaktaydı. Gölbaşı karakolunun 12 Eylül ihtilalinden sonra tamire alınmasıyla bu ev bir müddet karakol olarak kullanılmıştı. Bu evin arka tarafında Oruç Baba Türbesi bulunmaktaydı. Bugün bu ev yıkılmış ve içindeki türbe gün yüzüne çıkarılarak çevre düzenlemesi yapılmıştır. Türbenin hemen yan tarafında dışı saçlarla çevrili, oval, uzun ve kahverengimsi renkli bir bina bulunmaktaydı. Bu bina Gazi ilkokulunun sinema binasıydı. Rahmetlik teyzem Fatma KESEMEN bu binaya her bakışında burasının babasına yani dedem Halit Bey’e ait iki katlı on iki odalı bir konak olduğunu anlatırdı. Bu konağı dozerlerin zor yıktığını, çok büyük ve sağlam olduğunu sürekli olarak tekrarlardı.

Gazi İlkokulu! Benim okulum, benim bu okulla tanışıklığım anaokulu döneminde başlar. Gazi İlkokulunun arka bahçesinin tam orta noktasında yer alan tek katlı taştan bir bina olan anaokulum benim çocukluk anılarımda ayrı bir yer tutar. Anaokulundan sonra ilkokula yine Gazi İlkokulunda başlamıştım. İhsan amca okul müdürüydü. Ferdane Karaduman ise müdür muavini olarak görev yapmaktaydı. Benim İlkokul birinci sınıf öğretmenim ise İbrahim Sarıoğlu idi. İlkokula kayıt olduğum zaman rahmetlik babam Nizamettin Bey’in okul çantamla birlikte içeriye girişini hala hatırlıyorum. Aynı gün rahmetlik annem Mediha Hanım kendi elleriyle diktiği okul önlüğümü giydirmiş ve bu şekilde bir fotoğrafımı çekmişlerdi. Bu okul heyecanım yarım kaldı. Çünkü Birinci sınıfta geçirmiş olduğum soğuk algınlığı benim yakamı bırakmamıştı. Sürekli olarak hastaydım ve okula gidemiyordum. Bana o yıl okuma ve yazmayı İbrahim öğretmen değil Annem Mediha Hanım öğretmişti. Canım annem seni çok özledim. Nur içinde yat.

İlkokul ikinci sınıftan ilkokul beşinci sınıfa kadar Beyhan Cemaloğlu öğretmenliğimi yaptı. Bana okuma sevgisini kazandıran kendisidir. Rahmetlik babam her hafta Beyhan öğretmenimin önerdiği kitaplardan birisini alırdı ve ben bir hafta içerisinde bu kitabı okurdum. En sonunda sınıf kitaplığı kurulduğu zaman o kitaplıktaki bütün kitapları okuyan tek öğrenci bendim. Öğretmenimin ellerinden öpüyor ve kendisine saygılarımı ve şükranlarımı sunuyorum.

Gazi İlkokulu iki katlı taş bir binaydı. Bu binada Amerikan Board misyonerleri tarafınca inşa edilmiş olan Ermeni kızlarının eğitimi için faaliyet gösteren bir okul olarak inşa edilmiştir. Okulun ön kapısına taş duvarla çevrili alçak bir bahçe kapısından girilirdi. Bahçe duvarlarının üstüne mavi boyalı demir ferforjeler takılmış ve böylece bahçe duvarı yükseltilmişti. Okulun giriş kapısı oldukça şık bir kapıydı. Üst katında bulunan müdüriyet odasından balkona çıkılırdı. Bu küçük ve şirin balkonda bayrağımız dalgalanırdı. Okulun üst katında bulunan koridorda yer alan Atatürk büstü sayesinde kış aylarında ve yağmurlu günlerde istiklal marşının okunduğu bir tören alanı haline gelirdi. Üst katta yapılan sınıflar arası kapı dövüşleri teneffüs arası eğlencelerimizdendi. Okulumuzun müstahdemi rahmetlik Şahamettin Yıldız bu okulun önünde Ermenilerin ve Rusların Erzurum’u işgal ettiklerinde tören düzenlediklerini bir daha bunlara fırsat vermemek için iyi okumamız gerektiğini söyler dururdu. Yıllar sonra elime geçen bir fotoğrafta bu müstahdem ağabeyimizin bahsettiği töreni gördüm. Evet! Doğruydu. Gazi İlkokulunun binası önünde Ermeni ve Rus subaylarının Erzurum’u işgal ettikleri gün düzenledikleri töreni gözlerimle bu fotoğrafta görmüştüm. Ne kadar yazık! Şimdi Gazi İlkokulunda okuyan bir çocuğumuz bu fotoğrafı görse nerede çekildiğini çıkaramaz. Neden? Çünkü bu bina yıkıldı. Gerekçe tarihi olan anaokulu binasının çevresinin açılması ve modern bir okul binasının yapılmasıdır. Şimdi bu güzel okul binamız yok, yerine betonarme bir bina var. Şehircilikte önemli olan şehir belleğinin oluşturulması ve bu belleğin şehir hayatına indirilmesidir. Yıkılan bina ile birlikte şehir belleğimizde uçtu gitti. Bunun sebebini bir türlü anlayamadım. Konuştuğum yetkililer bu binanın tarihi tescili olmadığını, tarihi tescil olan tek unsurun bahçe içinde yer alan anaokulu binası olduğunu söylediler. Ama şu merakımı hiç gideremediler. Rus işgalini görmüş olan bu bina tarihi eser değil de nedir? Bu sorunun cevabını düşünüp dururken bir anekdot aktaralım. Osmanlının son dönemlerinde Eminkurbi Mahallesi Ermenilerin çoğunluk teşkil ettiği bir mahalleymiş. İşgal güçleri içinde yer alan Ermeni subayların yönlendirmesi ile bu tören burada düzenlenmiş.

Gazi ilkokulu binasının bir de sinema değeri vardır. 1965 yılında Cevat Fehmi Başkurt’un kaleme aldığı Buzlar Çözülmeden isimli tiyatro eseri aynı yıl Erzurum’da filme çekilmiş ve kaymakamlık binasına ilişkin sahnelerin çekilmesinde bu bina kullanılmıştır.

Gazi ilkokulunun karşısına yani benim evime gelelim. Ya da bir diğer ifadeyle Yeğen Ağa Mahallesinden Eminkurbi Mahallesine geçelim. Benim evimin tam sol tarafında bitişiğinde tek katlı bir fırın vardı. Bu fırının sahibi Mustafa amcalar fırının tam bitişiğinde iki katlı bir binada oturuyorlardı. Onların küçük oğlu Kamil benim en iyi mahalle arkadaşımdı. Sürekli olarak faal olmayan bu fırın ramazan aylarında tel kadayıf dökülen bir kadayıfçı, bazen patates ve soğan satılan bir depo olurdu. Hatta bir seferinde kuran kursu olarak kullanıldığı bile olmuştu. Fırının tam olarak faaliyete geçmesiyle sürekli olarak pide üretmeye başlamıştı. Böylece Ramazan aylarına özgün çıkan ve diğer 11 ay boyunca bulunmayan pideyi ilk kez bu fırın sayesinde yılın her ayında Erzurumlular yeme şansına sahip olmuşlardı.

Mustafa amcaların evinin yan tarafında bulunan bahçe ve o bahçenin yan tarafında yer alan iki katlı bina Bakkal Bilal amcanın yeriydi. Altı bakkal dükkânı üstü ev olan bu binada Bilal amca rahmetlik oluncaya kadar bakkallık yaptı. Aldığımız harçlıklarla kendisinden bisküviler, gofretler, lokumlar, horoz ve lolipop şekerler, gazozlar, leblebi tozu ve Tipitip sakızı alırdık. Mavi boyalı kapı ve tek vitrinli bu dükkân tıpkı kuru hapan gibi serindi. Burada Bakkal Bilal amcanın kendisi için önemli ama birçok insan için önemsiz bir anısını aktaralım. Kendisi yukarıda zikrettiğimiz buzlar çözülmeden filminde Fikret Hakan, Selda Alkor ve Reha Yurdakul’un rol arkadaşı olmuş filmin sonunda yer alan sahnede kendisini atlı kızağın önüne atarak” bizi bırakıp gitme kaymakam bey” gibi kısa bir repliği okumuş, bunu hemen hemen bütün müşterilerine anlatmıştı. Elektrik kesintileri döneminde caddenin gaz yağı ihtiyacını karşılayan Bilal amca ispirto ocaklarının ve kışın donan su borularını açmakta kullanılan pürmüzlerin yakıtı olan ispirtonun da satışını yapardı.

Bilal amcanın hemen yan tarafında bulunan boş arsa yukarıda bahsettiğim sinema salonu için yıkılan, dedemin konağına karşılık olarak devletçe dedeme tapu edilmiş ve onun rahmetli olmasıyla da hayatta kalan çocuklarına miras olarak geçmişti. Bu arsa yıllık bir bedel üzerinden oduncu Nuri amcaya kiraya verilmişti ve bu kira genelde kışlık odun olarak tahsil edilirdi. Yapılan bu kira tahsilatının hemen arkasından babam iki atın çektiği, lastik tekerlekli, koyu lacivert boyalı ve üzerinde beyaz boya ile numaralandırılmış at arabalarının üstünde arabacının tam yanında oturarak kömür tevzinden yüklettiği kömürleri getirirdi. Kok kömürü en çok aranan kömür türüydü ve alabilmek için kömür tevzi bürosundan kuvvetli torpil gerekiyordu. Şırnak, Aşkale ve Balkaya kömürlerini bulmak nispeten daha kolaydı, kolay olmasına rağmen bu kömür türleri fazla rağbet görmezdi. Ama bu cümlelerim sizi aldatmasın, çünkü çoğu zaman bu kömürleri almak için de bazen uzun bir bekleyiş ve torpil de gerekebiliyordu. Alınması bu kadar meşakkatli olan kömürün yukarda bahsettiğim at arabaları ile gelmesi benim için büyük bir eğlenceydi. Elimdeki küçük kürekle bu kömürlerin telislere doldurulmasına katkı sağlamak beni çok mutlu ederdi. Odun ve kömürü anlatırken Erzurum’un meşhur kışlarından bahsetmemek olmaz. Yolu kapatan kar, buz pateni haline gelen caddeler hepimizin anılarında yer alır. Tabi tahta kızaklarla kaymanın çocukluk anılarımızın içerisinde ayrı bir yeri vardır. Yanlış hatırlamıyorsam üçüncü sınıfta iken sömestri tatilinden önce üç hafta ve on beş tatilden sonrada iki haftayı kapsayan uzun bir soğuk tatili verilmişti. Soğuk tatilinin başladığı ilk gün okula gitmek için evden karşıya geçerken soğuktan şişe gibi patlayan bir buz parçası aklıma gelir. Şehirli haklarından biri ucuz ve ödenebilir koşullarda ısınma hakkına sahip olmaktır. Bu hak bizim gibi bir kış memleketinde yaşayanlar için çok büyük önem arz eder. O yıllarda kömür ve odunun maliyeti nedir bilmem ama şimdiye baktığım zaman Türkiye’nin en pahalı doğalgazını ve kömürünü kullanan şehri biziz. Zaman içerisinde kömür tevzi bürosunun yerini kömür satış büroları kok kömürünün yerini Rus kömürü aldı. Kömürler çuvalların içerisine girdi, borularla kapımıza kadar doğalgaz geldi, gelmesine ama biz bir türlü ucuz ısınamadık.

Nuri amcanın odun deposunun tam yanında yer alan Gazi Sağlık Ocağı Gölbaşından, Mahallebaşına kadar, Yeğen Ağa Mahallesi ve Eminkurbi Mahallesine sağlık hizmeti veren ve o çevrenin insanlarınca hastaneden daha fazla itibar gören bir sağlık merkeziydi. Bugün bu sağlık ocağı odun deposu olarak kullanılan arsanın istimlak edilmesiyle genişletilmiş ve modern bir aile hekimliği haline getirilmiştir.

Bir şehrin yaşanabilir bir şehir olması için toplumsal alt yapının sağlam olması gerekir. Toplumsal alt yapının genel başlıkları, kamu düzeni, sağlık, eğitim ve boş zamanın değerlendirilmesidir. Nene Hatun Caddesi iki ilkokulu ve bir sağlık ocağı ile sağlık ve eğitime yönelik alt yapısı sağlam olan bir caddeydi. Ama diğer iki başlık için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değildi. Gerçi o dönemde ve şimdi bile Erzurum’da boş zamanın değerlendirilmesine yönelik toplumsal alt yapının olduğunu söylemek pek mümkün değil. Boş zamanı değerlendirmek derken meşhur Doğu Fuarına değinmemek olmaz.

Her yıl Temmuz ayında Erzurum kongresinin önemine vurgu yapmak ve toplumsal hafızada kongrenin yer etmesi için 23 Temmuz daha sonraları ise 3 Temmuzda açılan bu fuar, boş zamanın değerlendirilmesi için benim Erzurum’da bildiğim ve hatırladığım en büyük organizasyondu. Şimdiki Olimpiyat Parkı denilen yerde kurulan fuar, şehrin bu yöndeki en büyük eksiğini kapatıyordu. Her yaz temmuz ayında babamın beni götürmesini istediğim tek yer burasıydı. Havuz başından Ford minibüslerle ulaştığımız fuar, şehirden ve şehir dışından gelen firmaların ürünlerini sergiledikleri bir alana sahipti. Özellikle fuar alanı içerisindeki bir güzergâhta çalışan küçük tren bu fuarda benim en çok sevdiğim eğlence idi. Hayvanat bahçesi bölümünde sergilenen hayvanlar, özellikle aslan ve kaplan benim en çok ilgiyle izlediğim hayvanlardı. Ama bu hayvanlar içerisinde Naciye isimli bir şempanzeyi asla unutmam, ziyaretçilerin boynuna sarılan, kendisine ikram edilen sigarayı büyük bir keyifle içen bu maymun fuar boyunca bütün ziyaretçilere karşı yaptığı şovu ile hak ettiği bir üne sahip olmuştu. Gençlik yıllarımda yaşadığım dönme dolap maceramı da anlatmak isterim. İlkindi namazından sonra arkadaşlarla bindiğimiz dönme dolap tam bizim bindiğimiz kabin en üst noktaya geldiğinde elektrik kesintisi nedeniyle durmuştu. Kendi jeneratörü de devreye girmeyince Akşam ezanı okununcaya kadar bu dönme dolap kabininde asla unutamayacağım bir Erzurum manzarasını seyretmiştim. Doğu fuarının bir furya uğruna, gelecek planlaması yapılmadan serbest bölge için kapatılıp yok edilmesi bence Erzurum Belediyesinin bu şehre attığı en büyük kazıklardan biri olmuştur. Tabi birde boğaz denilen mesire yerini de unutmamak lazım Genelevin şehir dışına çıkartılması için Erzurum halkının gitmeyi en çok tercih ettiği bu mesire yerinin seçilmesi burayı şehir hayatından çıkartmış Erzurumluların elinden almıştır. Bu mesire yerinin manzarası ve asma köprüsü çocukluk hatıralarım içerisinde bir tablo gibi kalmıştır.

Sağlık ocağının tam önündeki otobüs durağı ise mahalleyi şehrin diğer bölgelerine bağlayan 3 nolu hatta hizmet eden otobüslerin yolcu alıp, indirdiği bir duraktı. Aile gezmelerinde, acil durumlarda veya uzak yerlere gidilirken ya Mahallebaşında bulunan fayton durağından çağrılan faytonlarla yâda Gölbaşı tarafında yolcu bekleyen taksilerle gidilirdi. O zaman ticari taksilerle, hususi araçları ayırt edici her hangi bir simge veya renk bulunmazdı. Daha sonraları ülke çapında ticari taksilerin sarı renge boyanması ve üzerinde taksi yazan bir ışıklı levhanın bulunması zorunluluğu getirildi. Hemen belirteyim kalabalık aileler Chevrolet veya İmpala taksileri tercih ederlerdi. Çünkü bunlar oldukça geniş olan ve şoför yanına iki kişinin oturabileceği araçlardı. Durağın yan tarafında yer alan büfe ise başta anahtarlık olmak üzere birçok küçük oyuncak aldığımız bir yerdi. Bu büfe Bakkal Bilal amcadan farklı olarak Coca Cola satmaktaydı. Gazozun tadına alışan biz çocuklar için bu kahverengi renkli içecek çok farklıydı.

Otobüs durağının arkasında Gazi Sağlık Ocağının bitişiğinde uncular ve ilkokuldan en iyi arkadaşım olan Esat’ın babası Bekir amcanın bakkal dükkânı yer almaktaydı. Bunların tam karşısında Enbiya Bakır’a ait inşaat ve hafriyat üzerine faaliyet gösteren iş yeri vardı. Bugün bu işletme yine orada faaliyet göstermektedir. Bekir amcanın dükkânı önceden elektrikçi Muhsin amcanın dükkânıydı. Muhsin amca evimize televizyonun girmesiyle benim için televizyoncu Muhsin amca olmuştu. Dadaş filmin kurucularından ve ortaklarından olan dayım Kadir Kesemen’in İstanbul’dan hediye olarak gönderdiği televizyon için çatıya anteni takmış ve televizyonun bant ayarını yapmıştı. Televizyondan sonra gündüz sokak eğlencelerinin yanına akşamları televizyon eğlenceleri girmişti. Sokakta oynadığım arkadaşlarım artık benim televizyon arkadaşlarım olmuşlardı. Ta ki onlarında evlerinin çatılarından antenler yükselinceye kadar. Televizyon apayrı bir dünya olmuştu bizim için. Benim ailemin, mahallemin dışında olan farklı yaşamları bana daha doğrusu bize göstermişti. Haber saatleri kutsal saatlerdi. Ses çıkartılmazdı. Marlon Brandon ve Alain Delon filmleri kaçırılmayacak olan filmlerdi. Bonanza ve Küçük Aile dizileri kuvvetli aile ilişkilerini ve dayanışmasını gösterirken, kökler köleliği anlatırdı. Dallas entrikaları unutulmazdı. Ne hikmetse bu entrikalar yığını oynadığı gün ve saatte sokaklar bomboş kalırdı. San Francisco Sokakları ve beyaz gölge ise en fazla heyecan veren dizilerdi. Bunlara karşılık bizim kaynanalar dizisi ciddi bir seyirci beğenisi kazanan diziydi. Bu keyifli anları bozan tek şey zorunlu elektrik kesintileriydi. O zaman yapılan itirazları kimsenin duymadığını ve önemsemediğini bile bile bağırır, protesto eder kendimizi rahatlatmaya çalışırdık. Bakkal Bilal’den aldığımız gazlarla dolu olan lüks lambaları duvardan indirilir ve yakılırdı. İzin verirseniz burada da kısacık bir bilgi vermek isterim. 2002 yılında Ankara Üniversitesi tarafınca şehir planlayıcıları ve mimarları üzerinde yapılan bir araştırmada dikkati çeken en önemli nokta bu kişilerin bilinçaltında Dallas ve San Fransisco şehirlerinin yattığı ve yaptıkları planlamada bu mimarinin etkilerinin olduğunun saptamasıydı. Bugün İstanbul siluetini bozan mimari sizce hangi şehri hatırlatıyor. Çifte minarelerin arkasında yükselen ve palandöken dağı ile Abdurrahman Gazi Türbesini kapatan yüksek binalar çocukluğunuzdan size hangi diziyi çağrıştırıyor? San Francisco Sokaklarının ekranlarda olduğu dönemde Nene Hatun caddesinde tıpkı dizide gördüğümüz gibi hayat kadınları sokakta müşteri aramaya başlamışlardı. Emniyetin bütün çabası ve komşuların direnişine rağmen bu fuhuş pazarını buradan kaldırmak mümkün olmamıştı. Fuhuş Pazarının Nene Hatun Caddesinde kurulmasından sekiz ay sonra babamın girdiği kooperatifin tamamlanmasıyla Yenişehir Semtine taşındık.

Caddenin en sonunda yer alan Nene Hatun çeşmesi en önemli hayati unsuru yani suyu, cadde halkının hizmetine sunmaktaydı. Su kesintilerinin fazla olduğu dönemlerde ev hanımları, genç kızlar ve çocuklar buradan kovaları doldurur evlerine taşırlardı. Sıra kavgalarının çok olduğu bu çeşmede doldurulan kovaların devrilerek sıra ihlali yapanların cezalandırıldığı hatta bazen saç saça baş başa kavgaların yaşandığı vakalara da denk gelirdik. Tuhaf! Suyu ile meşhur olan Erzurum’da su kavgaları yapılmaktaydı. Burada hemen şunu belirtmek isterim ki kentli haklarından bir tanesi sağlıklı ve düşük fiyatlı içme ve kullanma suyuna ulaşma ve kullanabilmeleridir. Erzurum doğunun Paris’i olarak bilinen bir şehirdir. Tarihçi ve araştırmacı olan sevgili hocamız Muzaffer Taşyürek Erzurum’un doğunun Paris’i olarak bilinmesini tabyalara bağlar. Tıpkı Paris’i Almanlara karşı savunmak için çevresinin tabyalarla çevrilmesi gibi Erzurum’unda Ruslara karşı tabyalarla çevrilmesi nedeniyle Erzurum’u doğunun Paris’i olarak adlandırıldığını söyler. Burada ben de Paris’in Erzurum’a benzeyen bir özelliğini ifade etmek isterim. Paris Avrupa’nın en önemli su kaynaklarına sahip olan şehridir. Özellikle lezzet ve sağlık açısından Avrupa’nın önemli içme suları bu şehrin çevresinde çıkar. 1950’li yıllarda bu içme sularının Paris halkının kullanımına sunulmak istenilir. Ancak yöntem konusunda tartışma vardır. İlk öneri bu suların kullanma su şebekesine bağlanmasıydı. Ancak bu suyun kalitesini ve niteliğini bozacağı için kabul görmez. İkinci öneri suların kaynaklarından borular döşenerek belirli sokak ve caddelerde çeşmelerden akıtılmasıdır. Bunun için İstanbul’a gelinir ve çeşmeler incelenir ancak bu öneride kabul görmez çünkü bu hizmet bir kamu hizmetidir ve vatandaşın ayağına gitmelidir. Nihayetinde yaşlı, engelli ve hasta insanların buralardan içme suyunu almalarında sorun olabilir denilir ve vazgeçilir. Bir başka öneri ise su dağıtım şirketlerince damaca içerisinde evlere dağıtımının yapılmasıdır. Ancak buda kabul görmez çünkü su temel ihtiyaçtır ve en uygun fiyatla Parislilere sunulması gerekir. En son seçenek içme sularının bir merkezde toplanması ve buradan yeni bir su şebekesi ile evlere dağıtılmasıdır. Bunun için yeni bir su şebekesi kurulur ve her evin mutfağında içme suyu için ayrı bir su tesisatı çekilir ve buradan Paris halkının içme suyu ihtiyacının giderilmesi sağlanır. Bugün dünyada içme ve kullanma su şebekesi ayrı olan tek şehir Paris’tir. NTV kanalında izlediğim Dünya Şehirleri isimli bir belgeselden size aktardığım bu bilgiyi acaba Erzurum için uygulamamız mümkün değil mi diye düşünüyorum.

Paris’ten gelelim doğunun Paris’ine, Mahallebaşındaki itfaiye binası ve onun hemen üstünde bulunan tanzim satış mağazası unutamayacağım yerlerdendir. Kuyrukların olduğu bu dönemde akrabalar, komşular, çoluk çocuk birleşilip gidilirdi. Böylece her evin ihtiyacı olan malzemeler temin edilirdi. Bu şekilde belirlenen kotalar aşılırdı. Tanzim satış mağazasının biraz yukarısında yağcılar hanı bulunurdu. Her yıl buradan yağ ve peynir alınır. Kış hazırlığı görülürdü. Özellikle Güney ilçelerimizden gelen köylü vatandaşlarımız burada ürünlerini satarlar ve temin ettikleri parayla kendi ihtiyaçlarını karşılayıp giderlerdi. Karayazı ilçesinden gelen Mehmet amca bizim Tereyağı ve peynir ihtiyacını karşılardı. Karayazı arabasını kaçırdığı veya şehirde kalması gerektiği zaman bizim misafirimiz olurdu. Benden birkaç yaş küçük olan oğlu Abdullah’a benim oyuncaklarımdan bir tanesini biraz da Annemin zorlamasıyla hediye olarak gönderirdim. İstanbul Sultanbeyli’ye göç edinceye kadar bizim en sağlam dostlarımızdan biri olarak iletişimi sürdürdük hatta bir iki kez İstanbul’dan ziyaretimize gelmişti. Daha sonra vefat haberini aldım. Şimdi düşünüyorum da Türk ve Kürt ayrımı için zorlanan bu ülkede bu insanla bizim aramızda hiçbir fark ve ayrım yoktu. İnancımız, kültürümüz, heyecanlarımız, duygularımız aynı olan Kürt Selim ve onun oğlu olan Abdullah benden ne kadar farklı olabilir ki? Bir şehrin mutlu bir şehir olabilmesi için orada yaşayan insanların kendilerine ait kültürel değerlerini sergileme ve yaşama imkânının olması gerekir. Benim Nene Hatun caddemde Türk, Kürt, Laz, Sünni ve Aleviler bir arada yaşamış, komşuluk etmiş, arkadaşlık etmişti. Mahalle başında en sevdiğim yer Halis amcanın pasta salonuydu. Yaz aylarında dondurma, kış aylarında ise sıcak süt ve yaş pasta benim favorilerimdi. Kazım Yurdalan’ın oğlu olan Gürbüz amcanın işlettiği Yurdalan eczanesi babamın en uğrak yeriydi. Babamı aradığım zaman ya Gürbüz amcanın yanında bulurdum yâda babamın nerde olduğunu ondan öğrenirdim. Babamla hamam maceralarımızda çoktur. Özellikle tahtacı hamamı en çok gittiğimiz hamamdı. Yıkanıp çıktıktan sonra havlulara sarılı iken şadırvanda soğutulan gazoz, maden suyu, meyve suyu ama en çokta şişe içerisindeki ayranı başımıza diktiğimizde içimize yayılan serinlik ayrı bir haz verirdi. Çocukluğumdaki favori oyun alanlarının başında Havuz başı gelirdi. Tuhaf ama şehirde oynamaktan zevk aldığım, gitmeyi en çok sevdiğim ve gitmekte en çok mutlu olduğum mekân burasıydı. Çocukluk ruhum içerisinde burası apayrı bir heyecan kaynağıydı. Bugün bile benim için Erzurum’u dinlediğim ve yaşadığım ender mekânlardan biri havuz başıdır. Bendeki bayrak ve yurt sevgisinin burada ruhuna işlediğine inanmaktayım.

Çocukluğumun en unutulmaz anıları Ramazan anılarıdır. Bu dönemde Ramazan ayları, yaza denk gelirdi. İftar sonrası sokağa çıkıp oynama şansını yakalardık. Sokakların bize ait olduğu bu dönemde akşamları da bize ait olurdu. Kaynatılan hoşaflar, içine buz katılan çeşmelerden gelen soğuk sular, tepsilerde kızartılan kadayıflar, benim iftar sofralarımın unutulmazlarıdır. Tarzan isimli çizgi film oynadığı zamana denk gelen ramazan ayında çocukların Tarzan bağrışları iftar sonrası oyun çağrısı idi. Sokağa ilk çıkan çocuğun attığı bu nara evde oyalanan çocuklara bir uyarı mesajıydı. Kovboy ve polisiye filmlerinden esinlenerek oynadığımız kovboy ve polis hırsız oyunları, saklambaç, holla çelik, uzuneşek, birdirbir, yakan top, yağ satarım bal satarım, misket, aşık vb. klasik oyunlarımızın yanına katılmışlardı. O zaman sokaklar bizimdi. Trafik bu kadar yoğun değildi. Zaten var olan trafiğinde yarısı at arabaları ve faytonlardan teşkil ediyordu. Sokakların insanlara ait olması ve şehrin yayalara göre tanzim edilmesi gerekir. Nene Hatun Caddesi yayalara göre tanzim edilmese de yayalara ait olan bir caddeydi. Ramazan ayında gümrük cami ve yeğen ağa camisine teravihe gitmek için babamın elinden tutarak gidişlerim hala gözlerimin önünde gerçi teravih namazından daha çok yeğen ağa cami içindeki mezarlıkta arkadaşlarla oynadığımız saklambaç oyunu beni daha çok cezbediyordu. Babalarımız teravihi kılarken arkada kalan biz çocuklar ilk fırsatta caminin mezarlığına kaçar ve teravih bitinceye kadar saklambaç oynardık. Tarihi eserlerin korunması için sevilmesi ve yaşam merkezi haline gelmesi gerekir. Bizim için Yeğen Ağa ve Gümrük Camisi bir yaşam ve oyun merkeziydi. Bundan olsa gerek bu iki mimari merkezimiz benim için sadece tarihi eser olarak değil birer yaşam merkezi olarak ta değer kazanır. Zaten günümüzde tarihi eserlerin korunabilmesi için öncelikle buraların bir yaşam merkezi haline getirilmesi fikri vardır. Bugün Yakutiye kent meydanı bence önemli bir yaşam merkezi olarak Yakutiye Medresesi ve Lalapaşa camilerinin korunması için önemli bir projedir.

Nene hatun caddesinin unutulmazları içerisinde benim minik dostlarımın da ayrı bir yeri vardı. Tam Gazi sağlık ocağının karşısında yer alan ve Nene hatun caddesini Balyoz sokağa bağlayan arada yer alan Palandöken un fabrikasının bekçi köpeği olan Garip isimli benekli av köpeği benim hayvan sevgisini tattığım ilk canlıydı. Köpek alma ısrarımı kırmak için babam civciv almamı önermiş ve böylece benim köpek ısrarımı kırmıştı. Mahalle başında civciv satan dükkânlara gidip aldığımız değişik renklere boyalı küçük civcivler benim yeni ev ve sokak arkadaşlarımdı. Buğday, arpa ve tavuk yemleri ile beslediğim civcivlerim bana alışmış ve gittiğim her yerde benim peşimden koşarak geliyorlardı. Gittikçe büyüyen bu civcivler kutuya sığmamaya başlamış ve kendilerine telli bir kafes yapılmıştı. Bunlardan iki tanesini hiç unutamam biri siyah renkli bir tavuktu. Bu tavuğuma bir gün kamyon çarpmıştı. Aslında bu hayvancığın kesilip suyundan pilav yapılıp pilavın üstüne de etinin konulması gerekiyordu. Ama benim ısrarlarım yüzünden bu tavuk veterinere gitmiş, ameliyat edilmişti. Gazi Sağlık Ocağında görevli sağlık memuru olan Muhsin amca her akşam eve gelip bu tavuğun pansumanını yapmıştı. Diğer civcivim ise Çilli ismini verdiğim ismi gibi çilli olan bir horozdu. Bu horozum daha önce yukarıda bahsettiğim Karadenizli komşularımızın, sahip oldukları iyi beslenmiş, iri yarı ve diğer horozlara hâkimiyetini kabul ettirmiş kırmızı renkli horozuna üstünlüğünü kabul ettirmişti. Tabi ki bu benim için bir iftihar meselesiydi ama benim için iftihar meselesi olan bu konu Karadenizli komşularımızı kızdırmıştı. Bir gün Çilliyi bir üst arsaya çıkan merdivenin altında buldum. Heybetli horozum bir lokma kalmıştı. Elimi attığımda ayağının kırıldığını gördüm. Daha sonra komşumuzun taş atarak horozumun ayağını kırdığını öğrendim. Söz konusu komşumuz sabıkalıydı. Daha önceden bir kedi yavrusunu da merdivenden atarak öldürmüştü. Çillinin acısını gidermek için kesilmesine razı oldum. Artık civciv beslemek istemiyordum. O sırada biri siyah diğeri sarı renkli iki köpek yavrusu bizim caddenin yeni sakinleri olarak oyunlarımıza katılmaya başlamışlardı. Sarı olana televizyonda maceralarını seyrettiğimiz İskoç köpeğinin ismi olan Lasse ismini vermiştik. Siyah renkli olanın adını ise Tony koymuştuk Babam her et alışında bu iki köpek yavrusunun istihkaklarını unutmaz onlara da et, ciğer, yağ veya kemik alıp gelirdi. Bugün bir şehrin marka olabilmesi için gereken kriterlerden biride mutlu kent kriterleridir. Bu kriterlerden biride hayvan dostu şehir olabilmesidir. Hayvan dostu şehir olabilmenin ilk koşulu şehir halkının hayvanları sevme duygularının geliştirilmesi ve onları koruma bilincine sahip olmalarının sağlanmasıdır.

Nene hatun 14 nolu adreste beni en çok heyecanlandıran ve mutlu eden anlardan bir tanesi ise akşam işten dönen babamın elindeki telefon kutusuyla gelmesi olmuştu. Yeşil renkli ve çevirmeli olan telefon beni çok mutlu etmişti. Çünkü bu telefonla İstanbul’daki dayım ve Ankara’daki amcamla konuşmam mümkün olacaktı. O ana kadar sadece mektuplarla ve fotoğraflarla tanıdığım ve kendilerine o zamanları büyük postane denilen merkez postanenin önünde kurulan sergiden özenerek seçip gönderdiğim tebrik katları ile bayramlarını ve yeni yıllarını kutladığım akrabalarımın seslerini duyacaktım. Artık acil ve önemli durumları telgrafla değil telefonla anlatacaktık. Ama bu öyle düşündüğüm kadar kolay bir şey değildi. Babam telefon almak için üç yıl önce müracaat etmiş ve tıpkı tanzim satış mağazasının kuyruk sırası gibi sıraya girmişti. Üç yıl sonra gelen telefonla şehir dışını aramak için sıraya girmek saatlerce hatta günlerce beklemek gerekmekteydi. Önemli konuşmaları ise acil ya da yıldırım kodlarla yapmak ve buna göre fiyat ödemek gerekliydi. Sonra otomatik aramalar açıldı ama hat yetersizliğinden defalarca aramak gerekiyordu. Şimdi ise ev telefonlarının yüzüne bakan kimse yok cep telefonları hatta internet üzerinden insanlar dünyanın her yerine ulaşma imkânına sahipler. Şehirli haklarından biri de kitle iletişim araçlarını kullanabilme hakkıdır. Bugün bütün ülkemiz gibi Allaha Şükür Erzurum’da kitlesel ve bireysel iletişimin tüm olanaklarına sahiptir.

Yazımın en başında belirttiğim gibi yaşadığınız şehri ilk önce yaşadığınız muhite göre daha sonra da yaşadığınız muhiti yaşadığınız şehre göre değerlendirirsiniz. Kadana mahallesinde oturan amcamı ziyarete gittiğimizde dar ve bakımsız sokakları ile ayrı bir yere gittiğimi sanırdım. Ancak Gürcü Kapı semtinde oturan, babamın ikizi olan amcamı ziyarete gittiğimizde o çevredeki yüksek binalar ve her katta yanan ışıklar bana televizyonda izlediğim şehirleri hatırlatırdı. Kadana mahallesi Erzurum’a ait bir mahalleydi. Sahip olduğu mimari Erzurum’un bin yıllık Türk – İslam şehir tipini yansıtırken, Gürcü Kapı semti ise doğulu veya batılı olup olmama konusunda bir kararsızlığı ifade etmektedir. Gece kondu önleme projeleri olan Yenişehir ve Dadaş Kent semtleri ile batı tarzı kent sistemine geçiş konusundaki kararsızlık kısmen kırıldı. Bu kırılma yaşanırken rahmetlik babam Yenişehir’de bir kooperatife girmiş, memur maaşıyla bu kooperatifin taksitlerini ödeyerek zar zor bir ev sahibi olmuştu. 1984 yılında bu eve taşınarak Nene hatun caddesi 14 nolu eve veda ettik. Yeni şehir yeni bir hayat, yeni bir başlangıç ve yeni bir yaşam tarzı demekti. Yenişehir sosyal kent tipolojisine göre inşa edilmiş ve başarılı bir gecekondu önleme projesi olarak kabul edilmiş toplu konut alanıdır. Mahalle kültüründen gelen insanların mahalle komşuluğunu apartman bloklarına taşımasıyla kültürel etkisini gecikmeli göstermiş, Erzurum kültürü bir on ya da on beş sene daha Yeni Şehir ve Dadaş Kent semtlerinde devam etmişti. Yeni şehir projesini takip eden gecekondulaşmayı önleme projeleri sayesinde hız kazanan toplu konut projeleri ve ardından gelişen yap sat sektörü sayesinde hızla gelişen Dadaş kent, Kayak yolu, Yıldız kent, Hilal kent, Şükrü paşa gibi uydu kentler Erzurum’u terk edilmişliğe mahkûm edip, bu kadım şehri, küresel bir şehir sorunu olan çöküntü alanı haline getirmişti. Son dönemlerde Erzurum’un Türk İslam Şehir tipolojisini ve mahallelerini yok eden, Erzurum tarihini ve tarihi mimari dokusunu ortadan kaldıran kentsel dönüşüm projeleri yüzünden bu seferde bir başka küresel şehir sorunu olan yabancılaşma ve soylulaşma sorunları ile karşı karşıya kalmış durumdayız.

Kadim Erzurum, yok edilen mahallelerin molozları arasında kalan ve ıssızlaşan sokaklarında ruhunu aramaktadır. Bu ruh ise bizlerin anılarında saklı kalmakta ve yeniden hayat bulması için anılarımızdan çıkıp çocuklarımızın, torunlarımızın hayatına girmeleri gerekmektedir. Onların, Ellerinden tutun yaşadığınız eski yerlere götürün. Dar sokaklarını, buram buram anı kokan kaldırımlarını, eski evlerinizi, yıkılmışsa yerlerini gezdirin. Anılarınızı buralarda anlatın. Eski komşularınızı mahalle arkadaşlarınızı arayın. Anılarınızı yâd etmek için terk ettiğiniz yerlere gidin. Buraları tekrar yaşayın ve yaşatın. Kadim şehrin kadimliğini yâd edin onu anın, onu tekrar yaşayın unutmayın bu şehir sizin ve siz ondan vazgeçmedikçe bu şehir yaşar. Vazgeçerseniz sadece bir beton yığını olur, kaybolur, ruhsuz kalır, size yabancı olur ve siz bu şehirde yabancı olursunuz.

Hatıralarınızdaki Erzurum’un kaybolmaması, gittikçe gelişerek, yaşamaya devam etmesi ümidiyle hoşça kalın.

 

Ömer Yaşar Özgödek

Bir yanıt yazın