Varis
Kamil mürşitler, talipleri ilahi huzura ulaşmaları ve Kuran-Sünnet merkezli bir hayat yaşamaları için terbiye ederler. Şeyhlerin müritlerini tazim ve hürmete sevk etmesi kendi nefisleri için değildir. İlmin bereketinin ustada saygıya bağlı olmasındandır.
Gerçek mürşitler kendilerine duyulan saygı ve sevginin Allah için olmasını arzularlar. Onlar için övgü ve yergi birdir. Övgü ve yergi kendisi için bir olmayanın hakikat adına söz söyleme yetkisi yoktur. Mürşitler peygamber varisleridir. Peygamber varisi olmak; O’nun yolunda, O’nun tebliğ metoduyla, O’nun maruz kaldığı eza cefalara katlanmayı, yine bu uğurda malını –canını feda etmeyi gerektirir.
Günümüz âlim geçinenleri gibi varislik servet toplamak, toplumdan makamıyla saygı görmeyi beklemek değildir. Âlimlik ve varislik, aksine bütün maddi varlığını gerekirse davası uğrunda harcamak, garip ve miskinlerle bir arada olmak, Allah’ın dinini tebliğ ederken peygamberler gibi sıkıntılara katlanmaktır.
Günümüz din alimlerinin ekserisi peygamber varisliğini anlayamadıklarından ümmetin derdiyle dertlenemediler. Ümmeti Muhammet’in meselelerine çözüm üretmekle mükellefken, şahsi yanlışlarıyla sorun üreten ve mevcut sorunları besleyen bir rol üstlendiler.
İslam Dünyası’nın mevcut sorunları avam kaynaklı değil, âlim kaynaklıdır. Artık âlim bilinen çoğunun suratına bakıldığında Allah ve Resulünü hatırlatacak nuranilik ve ruhanilik yok.
Oysa Kuran: “Allah dostları için korkunun olmadığını, onların üzülmeyeceğini de beyan etmiştir.” Onlar kimdir sorusuna nebevi cevap: “Onlar görüldüğünde Allah ve Resulünü hatırlatırlar.”olmuştur.
1987 Yılında Beylerbeyi Küplüce Cami’de Kadiri Şeyhi Hafız Mustafa Özgür’ü ziyarete gitmiştim. Günlerden cumaydı. Vaaz için o munis ve mütevazı insan kürsüye çıkınca; kasetlerinden tanıdığım Timurlaş Hoca gibi celalli vaaz etmeye başladı. Vaaz ilerledikçe benim korkum ziyadeleşti. İçimden bir ses jandarma veya polisler burayı basar, bizi alır, karakola götürür, dedi. Bu ve buna benzer duygularla öyle daraldım ki yeryüzü bütün genişliğine rağmen bana dar geldi.
İstanbul’da uzaktan da olsa bir akrabamın olmasını ne kadar arzuladım. Akrabam karakolda ki sorguda bahanem olacaktı: “ Efendim, yoldan geçerken ezanı duydum. Cuma namazını kılmak için tesadüfen camiye girdim. Hocayı böyle vaaz ederken buldum. Bu benim sorunum değil. Böylelerini imam yapıp kürsüye çıkaran devletin sorumsuzluğu diyecektim!” Yoluma devam edip önceki süfli yaşantıma kaldığı yerden devam edecektim. Bu sefer ki bahanem de kardeşim ben bu hayattan kurtulmak için kalktım, İstanbul’a kadar gittim. Mürşit diye gittiklerimiz daha nasıl konuşacaklarını bilmiyorlar. Bunlar mı beni düzeltecek diyecektim.
Birden vaaz kesildi. Parmağıyla kalabalık içinde bana işaret etti. “Ne korkuyorsun! Benim canım peygamberiminkinden senin ki Bilal’ın canından aziz değil. Biz burada Allah ve Resulüne sırtımızı dayamış konuşuyoruz. Âlimlik, peygamber varisliğidir. O’nun İslami tebliğ uğrunda yaşamış ve katlanmış olduğu sıkıntılara katlanmaktır. Biz bilerek ve isteyerek bu yolda sıkıntılara talip olduk. Önderimiz Muhammet Mustafa’nın Taif sokaklarında taşlanmasında olduğu gibi. Siz de Mekke sokaklarında dininden dolayı işkence gören Bilal gibi olmaya razı değilseniz; yolun başındayken vazgeçin, gidin. Unutma ki ne benim canım peygamberimin canından aziz, ne de seninki Bilal’ın canından aziz!”
O anda kalbime bir sekine indi. O dakikadan sonra ömrüm boyunca bir daha dinimi yaşamaktan dolayı hiçbir korku yaşamadım. Allah dostlarının sayısını arttırsın. Onları bize sevdirsin. Reşat COŞKUN