Kasım 22, 2024

ERZURUMUN NAİM HOCASI                                                                                                                                                      Onu dile çıktığım senelerde tanıdım. Teyzemin Bey’i yani Bahattin amcamın arkadaşı olarak. Kırmacı Mahallesinde gençlik yıllarında çok sıkı arkadaşmışlar. Anamın anlatmasına göre dadaş elbiseleriyle gezerlermiş. Ayaklarında cıstik, zığvaları, gümüş köstekleri, beyaz gömlekleriyle tertemiz. O yıllarda Naim Hoca yani Naim Gölleroğlu berberlik yapıyor. Bir gün iki arkadaş tam bir istiğfar ile manevi iklimlere yelken açarlar. O gün bugün berber Naim, artık Naim Hocadır.

Sekiz on yaşlarındaydım. 1970’li yıllar. Şeyhler Camisinin imamıydı. Daha önce ve sonra Zeynel Camii imam hatipliği görevlerinde bulunmuştur. Şeyhler Camisi bizim eve Çırçır Camisinden daha uzaktaydı. Minaresinin dibinde güneş saati olan bu taş camide beni çeken bir şey vardı. Bu caminin birde kendi adıyla anılan birde tarihi medresesi vardı. O çağlarımda babam beni o medreseye götürmüş, İbrahim Hocaya “eti senin kemiği benim demiş” beni teslim etmişti. İbrahim Hoca caminin müezziniydi ve komşumuzdu. Yüzlerce müderris yetiştirmişti. Ne yazık ki bu ulvi mekan şimdilerde asli muhtevasına uygun olmayan işlere tahsis edilmiş, bir yemek ve çay bahçesi haline dönüştürülmüştür. Ramazan ayının insanları mest eden atmosferinde teravih namazlarında babamın peşine takılır birlikte Şeyhler Camisine giderdik Naim Hoca gelmeden bağdaş kurar onu beklerdim. O gelir kürsüye çıkar, kısa bir dua eder, sonra cemaate döner, içlerinden bazılarıyla diyalog kurar, sorular sorardı. Camii dolar, pür dikkat dinlemeye başlardı. O tasavvufi derinliği ile Zinnun-i Divanından beyitler okurdu. Önündeki kitaptan anlattıkları arasında, sesinin tonunu zaman zaman yükseltirdi. Tam o sırada güldüğünü gördüğü zevata, harika veciz bir cümleyle direk müdahale ederdi. Boynuna astığı mendiliyle sık sık terini siler, konuşmaya devam ederdi. Sözünün bir yerinde durur, cemaate dik dik bakar, iyice cemaati sıklaştırırdı. ”Muhabbetim geldi Müslüman, bağ amburda iki dekke. Ondan sonra ne sende var, ne bende” der. Aşk, vecd, huşu ile anlatmaya devam ederdi.

Gençlik yıllarımda Hocayı her gördüğümde selam verir, halini hatırını sorardım. Selamını alır, dikkatle yüzüme bakar “Allah razı olsun gurban” derdi.

Allah ondan da razı olsun nur içinde yatsın

PERVİZOĞLU CAMİ

Şehir merkezinde Caferzade mahallesinde yer alan bu camiyi 1716 yılında Pervizoğlu Hacı Mehmet Efendi yaptırmıştır. Yanında bulunan medresenin bir kısmı yol yapılması için yıkılmıştır. Cami tek kubbeli, üç gözlü son cemaat yeri olan düzgün kesme taştan yapılmış küçük ama bir o kadar uyumlu bir mimariye sahiptir. Camide kullanılan düzgün kesme taşlar caminin tam aksine iki metreye yakın yekpare büyük taşlardır ve cami giriş kapısında kemer olarak kullanılan devasa bir taş dikkati çekmektedir. Bugün inşaat mühendislerini bile şaşırtan bu taşların o günkü koşullarda nasıl buraya kadar taşınılıp üst üste yerleştirildiği noktasında baban Osman Korucu’nun ağzından dinlediğim bir efsane gerçekten çok ilginç geliyor insana.

Efsaneye göre vaktin zamanın birinde bir fakir insan varmış bu şehri mübarekte. Bunun bir arzusu bir dileği vardır. Her gece uykuya yatmadan evvel bu dileğin olması için dua edermiş. Lakin bu öyle bir istek ki; fakir hali ile yapması imkansız gibidir. Garibin dileği bir cami yaptırmaktır.

Günler geceleri, geceler günleri kovalar. Bir gece yine “Allah’ım bana bir cami yaptırmayı nasip et” diye mutat duasını yapar ve uyku denizine dalar. Sabah namazı vakti birinin seslenmesi ile irkilir. Hiç tanımadığı bir ihtiyardır kendisini uyandıran. “Kalk hadi namaz vakti, namazını kıl ve dışarı çık seni bekleyenler var” der ve gözden kaybolur ihtiyar. Mehmet Efendi korku içinde kalkar abdestini alır, namazını eda eder ve kapı önüne çıkar.

Gördükleri karşısında donup kalır. Hayret içerisinde çevresine ve karşısındakilere bakar. Uykuda mıyım diye gözlerini elleriyle ovalar. Uykuda değildir. Gördükleri gerçektir. Dışarıda taş yüklü atlı arabalar sıra sıra, peşi peşine dizilmiş beklemektedir. Enteresan olan bu arabaları hiç birisinin sürücüsü yoktur. Günün aydınlanmaya yüz tuttuğu vakitle beraber taşlar, boş arsaya biri birinin ardı sıra boşaltılmaya başlar. Devasa taşlar havada görünmez ellerde taşınmaktadır. Adeta bir kuş misali süzülerek taşınan taşlar muntazaman yere istiflenir. Bir yandan harçlar hazırlanır, himler kazılır, duvarlar örülmeye başlanır. Lakin yine ne harcı yapanlar, ne temelleri kazanlar nede cami duvarlarını örenler görünmemektedir. Yani her şeyiyle meçhul kişiler, ustalar, işçiler tarafınca cami yapılmaktadır. Harıl harıl süren bu çalışmada inşaat ne kadar sürede bitti bilinmez ama caminin inşaatı bittiğinde bizim hayır sever fakir insanımıza kendisini sabah namazına uyandıran ihtiyar tarafından teslim edilir.

ALVAR İMAMI MUHAMMED LÜTFİ EFENDİ

Alvar imamı 1868 yılında Pasinler ilçesinin Kındığı köyünde Hace Hüseyin Efendi ve Seyyide Hatice Hanımın izdivaçlarının bir meyvesi olarak dünyaya geldi. İsmi Muhammet mahlası ise Lütfi’dir. tahsilini başta babası olmak üzere devrinin şöhretli alimlerinden tamamlayarak icazet aldı. 1889 tarihinde Hasankalenin Sivaslı Camiine imam oldu. Aynı yıl babası ile birlikte Bitlis’e giderek Hace Muhammed Pir-i Küfrevi Hazretlerinin mümtaz bir halifesi olarak Hasankale’ye avdet etti. Buradan Erzurum’un Dinarkom köyüne gitti ve orada Birinci Cihan Harbine kadar kaldı. Bilahare vazifesini Yavi nahiyesine oradan da ana vatanı olan Hasankale’ye nakletti. Kendisine Hasankale Müftülüğü teklif edildi ise de kabul etmedi. Hasankale’ye bir saat mesafede olan Alvar Köyü halkının istirhamı üzerine oraya giderek yirmi dört sene vazife yaptı. 1939 yılında tedavi için Erzurum’a gitti. Mehdi Efendi Mahallesinde bir evde ikamet ederek 16 senede burada olmak üzere 88 senelik ömrünü insanlığa ve İslamiyet’e adadı 12 Mart 1956 tarihinde vefat etti.

2012 senesinin yaz aylarından biri idi. gün hangi gün bilmiyorum. Sahaf evimize Alvarlı Efe hazretlerinin torunlarından biri olan Kevser Hoca gelmişti. Kevser Hoca kitap evimizin uzun yıllardan beri müdavimlerindendir. İyi bir kitap okurudur. Efenin torunu olduğunu ancak 2011 yılında kendisi ile sohbet ederken laf arasında öğrenmiştim. Erzurum’un sayılır ve bilinir hakiki eşraflarından bir aileden olan hoca ile dedesi hakkında konuşmamız yine plansız bir vakte denk gelmişti.

Alvarlı Muhammet Lütfi Efendi hazretleri torununa Kevser ismini kendisi koymuş. Kevser Hocanın 1956 yılında vefat etmiş olan Efe Hazretlerinin yanında çocukluk ve gençliğinin ilk yıllarının bir bölümünü geçirmiş olduğunu belirtelim. Dolayısı ile şahit olduğu ve bizzat kendisinden duyduğu hadiseleri çok canlı olarak hatırladığını gördüm.

Alvarlı Efe hakkında Erzurum kitaplarında yazılan çizilen şeylerin bir kısmının yakıştırma olduğunu söyledi. Mesela bir kitapta bahse konu olan latifeleştirilmiş vergi dairesi müdürü ile olan vergi affı meselesinin aslı olmadığını belirtti. Söz buradan açılmışken Efenin şahsiyeti ile alakalı mühim anekdotlar aktardı. Yeri gelmişken bunlardan bir kısmını anlatalım.

Şehrin merkez mahallelerinden birinde oturan Muhammet Lütfi Efendi, Kobazaların evinde kiracıdır. Kobazalar kiracısı olduğu evi Efe Hazretlerine defalarca hibe etmek istemişler. Efe her seferinde bu teklifleri reddetmiş. En sonunda “Bak efendi eğer bir daha evi bana vermeyi söylersen, evinden çıkarım.” demiş. Herkesin bir evim olsun dediği dünyada o buna tenezzül etmemiş.

Son yarım asrın Erzurumlu meşhur alim ve hocalarının hayatta olan ve olmayan hemen hemen tamamının yanı sıra namı sanı bilinmeyen bir çok zevatın da Alvarlı Muhammet Lütfi Efendinin rahle-i tedrisatından geçtiğini söyledi. Hoca evinde ve medrese de talebelerine çeşitli ilim sahalarında dersler vermiş, onların kamil bir insan olmalarında büyük emekler sarf etmiş.

Muhammet Lürfi Efendi’nin yanına gelenler sadece öğrencileri değildir. Dönemin mevki sahibi insanları da ara sıra ziyarete gelirler, sohbetlerinden istifade ederlerdi. Şöyle ki, bu erkandan bir zat mutat olarak hocamızı görmeye gider, giderken de o devirde toplumda çok nadir olan bu sebeple lüks sayılan arabasını motor sesinden rahatsız olmasın diye ve edebinden Hocanın evinin epey uzağına park ettirirmiş. Günlerden bir gün bu beyin Hocayı görmek isteyen bir başka arkadaşından talep gelmiş. Bu sefer otomobiliyle ilk defa o zaman misafire hürmeten olsa gerek Hocanın evinin kapısına kadar gelmişler. Sohbet edilmiş, izzet ve ikramdan sonra misafir olarak gelen yüksek mevkili zat bir zarfı postun altına sıkıştırmış.

Alvarlı Efe Hazretleri hemen zarfı olduğu yerden çıkarmış, oda kapısında duran bir vatandaşı yanına çağırarak kendisine vererek, “al evladım bu senin işini görür” demiş.

Bu hali gören şahsiyetler nazikçe hocaya itiraz ederek;” Hocam zarfta meblağı biraz fazlaca para vardır. Hizmetlerinize bizim desteğimiz olsun diye arz etmiştik” derler. Hoca onlara şu cevabı verir. ”Efendiler o paraya bu kardeşimizin ihtiyacı vardı. Bu sebeple ona verdim.” Daha sonra parayı alan kişi yakınlarına “Benim ihtiyacım olan para tamda zarfta olan para kadardır.” Diye beyanda bulunur ve devamında der ki “sıkıntım tamamen hal oldu.”

Sözün burasında Kevser Hoca şunları söyledi. “Bu olaydan da anlaşılacağı üzere dedem dünya malına rağbet etmedi. Kendisine sunulan yardımı kabul etmedi ve ihtiyacı olanı hal ile gördü ve emaneti sahibine tevdi etti.

ERZURUM AVUKATLAR ÇARŞISI ( 1977 – 1981 )

1977 yılı, ortaokulu bitirip liseye başladığım sene. Atatürk lisesine gidiyorum. Gençliğin ilk çağları yaş 14. Okula bir türlü ısınamıyorum, kaytarıyorum. Boş kalmamak için kendime iş arıyorum. Cumhuriyet caddesinde “ Avukatlar Çarşısı “ olarak anılan 1. Vakıf İş Hanı’na gidiyorum.

 Giriş katında Oltu taşı tespihçiler ve kuyumcular var. Giriş katının en sonunda solda çay ocağı var. Pala emi ocakçı Fevzi garson.  Aynı koridorun üst kata çıkış merdiveni kapısı var, kapının hemen yanında berber. Berberin dış cepheye açılan bir de balkonu bulunuyor.

Birinci kata çıkıyorum. Sağlı sollu yaklaşık 16 – 20 metre karelik bürolarda sıralı avukat ofisleri var. Hepsinin duvarında tabelaları asılı. Solda ilk ofis Av. Osman ÖZMEN’in, karşısında Av. Cahit SOLAKOĞLU’nun bürosu bulunuyor. Solda ikinci yer Av. Hilmi KUZU’ya, karşısında Av. Erol GÜR’e ait yer var. Solda üçüncü ofiste Av. Sadettin HAŞILOĞLU, Onun karşısında Av: İbrahim BİLİCİ’nin mekanı var. Solda dördüncü büro Cevat AKSU’ya ait. Onun tabelasında avukat yazmayışını çok sonradan Osman ÖZMEN’in katibi Erdal İLHAN’dan öğreneceğim. Cevat emi bir istidacı, dilekçeci. Onun karşısında Av. Bahattin CEYLAN var. Solda beşinci ofis Av. Necmettin EVCİMEN’e ait, onunda karşı komşusu Av. Abdülkadir NUMANOĞLU. Solda altıncı büro Av. Necmettin EVCİMEN’e ait. Tam karşısında iki ortak avukat olan Av. Necati BÖLÜKBAŞI ile Av. Sadrettin SÖĞÜTLÜGİL var. Yine solda yedinci büro Av. Sadık TELLİOĞLU, onun yanında, soyadını hatırlayamdığım Av. Cafer Bey, onun da yanında  Av. Tahsin TELLİ’nin ofisi var. Tahsin Bey’in karşısında bir mimar olan Eyüboğlu’nun Ofisi var. En sonda solda Erzurum 1. Noterliği bulunuyor. Başkâtibi Bahattin Bey. Katın tam karşısında pencereleri ana caddeye bakan Av. Fahrettin GÜLSEVEN’in Ofisi var. Bütün bunların dışında karşı tarafta sırasını tam hatırlayamadım Av. Turgut ILICALI’yı da saymam gerekiyor.

2. Katta şimdi hatırlayabildiklerim ise sadece; Av. Orhan ŞERİFSOY, Av. Mehmet KATKAT’In ofisleri var.

Av. Tahsin TELLİ’nin yanında kâtip ( yazıcı ) olarak işe başlıyorum. Tahsin Bey eski Erzurum milletvekillerinden, 1960 – 1964 döneminde mecliste görev yapmış. Daha çok veraset ve intikal davalarına bakıyor. İşini çok bilen ve ehil bir avukat. Çokça müvekkili var. Geleni gideni çok fazla bir yer. Kendisi sigara dahi içmiyor. Beni tanıdıklarına “ Yeğenim “ diye tanıtıyor. Evi Ankara’da kendisi Yoncalık mahallesindeki baba evlerinde kalıyor. Babası fırıncı Faruk Bey. Hatırladığım kadarıyla altı kardeşler. En küçükleri Yavuz Bey, Erzurum Belediyesi’nde memurdu. Kaderin cilvesi o ki benim babam 1950’li yıllarda Tahsin Bey’in babasının fırınında çalışmış. Aylığım 500 Tl. Tahsin Bey ofiste yaptığım her iş için bana teşekkür eden nazik, asil bir Erzurum Beyefendisi. Çoğu zaman danışmanlık ücretlerini bana bahşiş olarak veriyor. Çok kitap okuyan biriydi. Yoncalık’taki bahçeli tek katlı evinde odasında edebiyat ağırlıklı çok büyük bir kitaplığı var. Ofisinin bir duvarı da baştanbaşa tavana kadar kitaplarla dolu. Çoğu mesleki yayınlar. Birçok mesleki süreli yayına abone.  O zaman halen devam eden Türk ansiklopedisi ve sicil-i kavaninilerin tam serisi hatırlayabildiklerim arasında.

Tahsin Bey beni Ticaret lisesine kayıt ettirdi. Adliye’de katip olmamı istiyordu.

Tahsin Bey aynı zamanda biyoloji ilmine meraklıydı. Bir öğrenci disiplini içinde biyoloji okuyor ve çalışıyor. Evi Ankara’da olduğu için sık sık arkadaşları tarafından öğlen yemeklerine davet ediliyor. Beni de yanında götürüyordu. O devrin Erzurum’un eşrafının çoğunun evinde yemek ziyafetine beraber gittik. Bunların arasında akademisyenler, iş adamları ve bürokratlar da vardı. Genelde yer sofralarında oturulur, şehrin meşhur börek, yaprak sarması, pestil çullaması vs. yemekler yenilirdi.

Tahsin Bey kendisine otomobil almamıştı. Gittiği yere taksi tutarak giderdi. Onlar da kazansın derdi.

Millet bahçe sokakta bir davete gidiyorduk. Taksici 15 TL ücret istemişti. 10 TL’den 15 TL’ye çıkan ücreti çok bulmuştu. O zamanlar taksimetre yoktu. Şehir içi tarifeleri uygulanırdı.  Tahsin Bey görev yaptığı Adalet camiasında şahsi hayatında da adaletli olmaya çok özen gösteren biriydi. Bir seferinde ofis büro kirasını az bulmuş, Vakıflar Müdürlüğüne dilekçe vererek kiralara zam yapılmasını talep etmişti. İki oğlu vardı. Oğullarından biri Mülkiyeli olarak kaymakam, diğer oğlu da Tıp doktoru olacaktı daha sonra. Yalnız kendisinin ömrü bunları görmeye vefa etmedi.

Yaklaşık dört yıl Avukatlar çarşısında kendisinin yanında çalıştım. Ben temizliğe çok titizdim. O da benim bu huyumu çok severdi.  Ofisin yerleri dahi adeta bal dök yala misali ter temizdi. Yalnız yakın dostlarına benim çok sessiz oluşumdan yakınırdı. Çok sakin derdi benim için. Kitap okuma merakım onun yanında daha da gelişti. Öyle ki harçlığımın neredeyse tamamına yakınını kitaplara verirdim. Erzurum’dan bulamadığım kitapları İstanbul’dan getirdim. Tahsin Bey Pazar günleri hariç devamlı takım elbise ve kravatlı giyinirdi. Caddede yürürken dahi elini cebine sokmaz, vakur, ceketinin önü ilikli olarak gezerdi. Tahsin Bey aynı zamanda divan şiirine meraklı idi. Bir yüzü yazılı Pelüş kâğıtlarının boş olan arka yüzlerine şiirler yazardı ve bir klasörde saklardı. Zira israfa karşı idi. Şiir üzerine yazıştığı bir mektup arkadaşının olduğunu hatırlıyorum.

Avukatlar çarşısında avukatlar kendi aralarında arkadaş gurupları oluşturmuşlardı. Bütün avukatlar birbirlerine saygılı idiler. Hepsi son derece temiz giyinen, kültür, sanat ve edebiyata meraklı insanlardı.

Avukat kâtiplerinden Erdal İLHAN, İlhami, Noterin ofisine bakan Metin ve en meşhurumuz aktifimiz en çok ofise bakanımız Recai SULUOVA’ idi. Necmettin GÜLSEVEN’in katibi Secahattin YAVANLI idi. Birçok kâtip ( yazıcı ) arkadaşın simalarını hatırlamama rağmen isimlerini hatırlayamadığım için buraya yazamıyorum.

Av. Bahattin CEYLAN en çok kitabı olan, Av Sadık TELLİOĞLU “ Sunam “ isimli şiir kitabı çıkarmış en çok şiire meraklı olandı. Bütün avukatlar son derece beyefendi idiler. En nazik olan Av. Fahrettin GÜLSEVEN biz çocuklara dahi gelip giderken özenle selam verir, hatırımızı sorardı. Bütün avukatların çok geniş ve kapsamlı kütüphaneleri vardı. Av. Osman ÖZMEN’in edebi eserlerle dolu kitaplığı unutamadıklarımın arasındadır.

1977 – 1981 yılları arasında ilk gençliğimi geçirdiğim bu çarşıda acı tatlı birçok hatıram oldu. Kısmet olursa bir başka yazıda da onları kaleme alırım.

Adı geçen avukatlardan hayatta olanlara sağlıklı uzun ömürler, vefat edenlere rahmet dilerim.

Gri Camdan Renkli Anılar

1970’li yılların başlarıydı. Mahallemize ilk televizyon gelmişti. Henüz paket yayınlar dahi başlamamıştı. Boyu on metreyi bulan bir antenle yurt dışı yayınlarını seyredildiğini duymuştuk. Bu komşularımız bu yayınları seyredebildiler mi bilmiyorum. Lakin bizim bu komşuya televizyon seyretmeye gitmemiz hiç kısmet olmadı. Aradan bir iki yıl geçtikten sonra bir başka komşumuza Almanya’daki kızından bir televizyon geldi. O sıralar Erzurum’da paket yayınlar henüz başlamıştı. Pazartesi, Çarşamba, cumartesi olmak üzere haftada üç gün, üç – dört saat siyah beyaz yayın yapılıyordu. Bizim sokak ve arka sokakta ne kadar hane varsa bu komşumuzun müdavimleri olmuştuk. Yiyecekler, çaylar, kavurgalar, hazırlanır, kapıya varılırdı. Buna en çok biz çocuklar sevinirdik ve sebep olurduk. Biz küçüklerin ailelerimizi bihuzur etmemiz işe yarar, komşunun kapısını çalardık. Bir oda dolusu insan gri camdan siyah beyaz görüntülerin büyüsüne kapılırdı. O zamanlar seyrettiğimiz “Tatlı Cadı, Küçük Ev, Bonanza, Kaçak “ dizileri hatırladıklarım arasında.

Evin en büyük odası televizyona ayrılmıştı. Televizyon için hususi kapaklı dolabın bir de küçük kilidi vardı. Elde örülmüş işlemeli dantelalı beyaz renkli örtüsü televizyonun ahşap kutusunun en güzel süsüydü. Televizyon yayınları yaz aylarında akşam 20.00 – 20,30, kış aylarında ise saat 19,00 dolaylarında başlardı. Gecenin 23,00 – 23,30 sularına kadar devam ederdi. Her cumartesi Türk filmi günüydü. O gün oldu mu gündüzden hazırlıklar yapılırdı. Komşular ailece televizyonu olan evlerde toplanılırdı. Büyüklerimizi Film seyretmeye gitmek için ikna edemediğimiz akşamları, filmden dağılan insanların coşkulu, heyecanlı dağılışını, sokaktan geçişini seyrederdik. Adeta sinema dağılır gibiydi. Acıklı Türk filmlerinde yaşlılar mendillerini çıkarır gözlerini siler, derinden iç geçirirlerdi. Biraz açık, öpüşür gibi yapan esas oğlan ve esas kızın sahnelerinde yaşlılar odayı sessizce terk ederler, meydan biz çocuklara ve gençlere kalırdı. O anlar utanır, muzipçe güler aramızda seslice konuşmanın hürriyetini tadardık. Çünkü film seyrederken konuşmak yasaktı, büyükler kızar, hatta konuşanları evlerine göndermekle tehdit ederlerdi.

Ortaokul ikinci sınıfta idim. Bir gün sınıfta çocuklarla ilk Türkçe dublaj çizgi film seyrettiğimizi birbirimize heyecanla haber etmiştik.

Artık bu büyü herkesi tesiri altına almıştı, Küçük büyük herkesin bir televizyon sahibi olmak hülyası olmuştu. Nitekim oldu da. Lakin o ilk haftada üç gün, paket yayınlı siyah beyaz yayınların hazzını artık hepimiz kaybetmiştik. Karlama yapan televizyonların yerini dolduracak bir heyecan çoktan rüya olmuştu.                   Araş.Yazar:Nizamettin KORUCU

About The Author

Bir yanıt yazın