Aralık 21, 2024
Hadi Gülümse, Erzurum

 

Hadi Gülümse, Erzurum

1975, 1976 yılları. Erzurum Hava Alanı pistine bir uçak hızını azaltarak inmekte. Uçağın içindeki yolculardan biri de Murat. Murat on bir, on iki yaşlarında bir çocuk. Yanında ablası Elif, annesi ve babası var. Babasının tayini İzmir’den Erzurum’a çıkmıştı.Erzurum Demiryollarında müdür yardımcısı olarak çalışacaktı.

İlk defa doğuda bir şehre geliyordu Murat. Annesi, babası ve ablası gibi kendisi de heyecanlıydı. Hava Alanından şehre doğru taksiyle giderken meraklı gözlerle sağına soluna bakınıyordu. Havaalanının arkasındaki sıradağlar hoşuna gitmişti. Yolda giderken taksinin ön camlarında beliren yüksek dağları da gördü. Sonradan adının Palandöken Dağları olduğunu öğreneceği bu yüksek, heybetli dağ kümesine hayranlıkla baktı Murat.

Taksi onları İstasyon Mahallesi denilen bir semte getirmişti. Orta tarafı ve yanları ağaçlarla kaplı büyük bir cadde üzerindeki iki katlı, bahçeli, şirin bir evin önünde durdular. Burası Demiryollarının lojmanlarıydı. Artık yeni yuvaları burasıydı. Murat memleketinden, arkadaşlarından ayrıldığı için üzülüyordu ama yapacak bir şey yoktu. Yeni memleketi artık Erzurum’du.

Birkaç gün eve yerleşme telaşından sonra Murat etrafını tanımak için dışarı çıktı. önünden Önce evlerinin geçen kaldırımdan meydana (İstasyon Meydanı) yürüdü, daha sonra karşısında babasının işyeri olan tren garını gördü. Garın içinde en çok berber dükkanı ilgisini çekmişti. Büyük büyük aynalar,renk renk havlular, kapı yanına asılı ustura kayışı ve kasetten yayılan Erzurum türküleri. Berberin bu kayışa usturayı sürüşü, müşterinin bol köpüklü suratında maharetli elleriyle bilevli usturayı gezdirişi, aynı anda müşteriyle karşılıklı sohbeti görülmeye değerdi. Gardaki trenleri

izlemek de ayrı bir zevkti onun için. Trenin çıkardığı “çuf çuf” sesi, fren yaparken çıkan ses, düdük sesi, tren bacasından çıkan kapkara dumanlar, vagonları birbirine bağlayan işçiler, trene yetişmek için acele eden vatandaşlar…Garda bulunmak sinema gibi zevk verirdi Murat’a.

Mahalleden birkaç arkadaş edinmişti Murat. Ağaçlıklar içinde bir top sahası vardı mahallede. Burada kendisinin meşin topuyla futbol oynarlardı arkadaşlarıyla. Murat kalede dururdu genelde. Futboldan başka en çok bilya oynamayı severdi. Renk renk bilyaları vardı. Lojmanın bahçesinde elleriyle açtıkları çukurlar içinde bilya maçları yaparlardı hiç bıkmadan.Sonbahar mevsimi başladığında okul sezonu da açılmıştı. Babası Murat’ı mahalleye en yakın okul olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokuluna kayıt ettirdi. Çok sevdiği bir arkadaşıyla beraber okula gidip geliyorlardı. Okulun bulunduğu semt kendi muhitinden farklıydı. Alt gelir grubunun oturduğu yerlerdi buralar. Bakımsız, çamurlu yollardan geçerek okula ulaşılıyordu. Okul yolu üzerindeki eski bir yapı ilgini çekmişti. İşlemeli, taş duvarlarıyla tarihi bir yapıydı burası. Eski bir kiliseydi bu bina. Bakımsız, virane bir haldeydi. Binanın etrafı hurda eşyalar, paslı demir yığınları, çöple doluydu. Bu binanın önünden her geçişinde hüzünleniyordu Murat. Kilise bile olsa burası bir tarihi eserdi, tarihe sahip çıkılmalıydı.

Muratın okulunun adı çok uzun olduğundan öğrenciler kısaca GAMPO diyordu. Okul tek katlı uzun bir binaydı. Eskiden garaj olarak kullanılmış sonra da ortaokul olmuştu. Öğrenciler okulu şeklinden dolayı “tabut”a benzetiyorlardı. Ölmeden tabuta giriyorlardı her gün! Sınıflarında fakir ailelerin çocukları arkadaşları arasında ayrım yapmaz, farklı gözle çoğunluktaydı. Kılık kıyafetlerinden anlaşılıyordu bu. bakmazdı. İnsanı insan yapan parası değil, insani Murat gibi memur subay gibi daha üst gelir değerleriydi. Babasından, annesinden bunu öğrenmişti. gurubundan çok az çocuk bulunuyordu. Murat Sobayla isinan, üç kişilik sıraları bulunan kalabalık bir sınıfta okuyordu. Önündeki sırada oturan iki çocuk köyden geliyorlardı okula. Elbiseleri eski, ayakkabıları yırtıktı. Üzerleri hayvan dışkısı (tezek) kokuyordu. Fakir olmaları mutlu olmalarına engel değildi. Daima neşeli, hayat doluydular. Yüzleri hep güleçti. Murat da bu iki köylü arkadaşını çok seviyordu.

Murat derslerindeki başarısıyla, yaşına göre ağırbaşlı davranışıyla, nezaketiyle öğretmenlerinin gözüne girmişti. Sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Kızlardan da Semra Murat’tan sonraki başarılı öğrenciler arasındaydı. Hocaların çoğu sert ifadeli, öğrencinin içine korku salan tiplerdi. Sınıfın en çalışkanı olan Murat bile bu korkudan nasibini alıyor, sınıfta bir hata yapmamak içim azami dikkat gösteriyordu.

Türkçe hocaları da bu “sert” hocalardan biriydi. Öğrencilerin gözlerinin içine haşin haşin bakması yetiyordu. Onun dersinde sınıfta “çıt” sesi bile duyulmazdı. Türkçe hocası öğrencilerden birer fotoğraf istemişti bir keresinde. Her kes ertesi gün fotoğrafçıda çektirdiği fotoğrafları masasının üstüne koymuş hocanın toplamasını beklemişlerdi. Hoca masaların üzerindeki fotoğrafları birer birer toplamaya başlamıştı. Sıra sınıfın en sağında oturan köyden gelen arkadaşların sırasına gelmişti. Hoca bu iki arkadaşın fotoğrafları aldı, yüzüne yaklaştırdı sonra da sınıfın ortasına doğru fırlattı.

Çocukların fotoğrafları silik ve kırışıktı. Parasızlıktan dolayı fotoğrafçıya değil de sokakta çalışan “şipşak”çılara çektirmişlerdi fotoğraflarını. Hoca çocuklara köylü oldukları, kötü koktukları için tüm sınıfın önünde rencide edici laflar söyledi. O neşeli çocukların yüzleri kızarmış, gözleri dolmuştu. Başlarını önlerine eğmiş, sanki yer yarılıp içine girmişlerdi. Halbuki onlar hakarete değil takdire layıklardı. Onlar köyden şehire uzun yollar katederek, yağmurla, çamurla, karla boğuşarak sadece okumak maksadıyla geliyorlardı.

Matematik dersinin hocasının elinden de sopa. eksik olmazdı. Sınav notlarını okuduktan sonra sıra sopaya gelirdi. Dört alana bir, üç alana iki, iki alana üç, bir alana dört kere sopadan geçirirdi. Murat yüksek not aldığı için sopa yemezdi ama arkadaşlarının eline vurulan her sopayı kendine vurulmuş gibi hissederdi.

Okuldaki hocaların hepsi aynı değildi tabii. İçlerinde anlayışlı, öğrencisiyle empati kurabilen hocalar da vardı. Elinde öykü kitaplarıyla gelen bir hocasını hiç unutmadı Murat. Ağır ağır, Türkçe’yi hatasız konuşan bir dille öyküler okurdu sınıfa. Murat’ın kitaba olan sevgisinde bu öğretmeninin büyük payı olacak, öğretmenini daima hatırlayacaktı.

Hafta sonları babasıyla Murat, Erzurum’u gezerek vakitlerini geçirirlerdi. Babasının fotoğraf makinesiyle Erzurum mahallelerinin, tarihi eserlerinin fotoğraflarını çekerlerdi. Bir gün babası Erzurum’a yakın bir yere götürdü Elif’le kendisini. Burasının adı Abdurrahman Gazi Türbesiydi. Türbe yeşil ağaçlarla kaplı bir tepenin eteğinde kurulmuştu. Yanında da bir cami vardı. Önce caminin yanında abdestlerini alıp daha sonra türbeye girdiler. Abdurrahman Gazinin Peygamberimiz zamanında müslümanlığı yaymak için Erzurum’a gelen, türbenin bulunduğu yerde de şehit olan muhterem bir zat olduğunu öğrendi Murat. Türbede Gaziye ait olan sanduka altı, yedi metre boyunda, tüm türbeyi kaplamaktaydı. Eski insanların boylarının çok uzun olduğunu söylemişlerdi arkadaşları. Daha sonra türbede yatan insanı daha ihtişamlı göstermek için sandukanın uzun yapıldığını öğrenecekti Murat.

Bir gün de “Aziziye Tabyaları”na götürdü babası Murat’ı. Rus hücumuna karşı koymak için inşa edilmiş, zamanında içinde Türk askerinin barındığı tabyalar tarihe güzel bir yolculuk olmuştu Murat için. Murat ertesi yıl okula gittiğinde okulun yerinde yeller esiyordu. Meşhur” tabut” yıkılmıştı. Karşısında koskoca bir enkaz vardı. Sanayi yolu üzerindeki bir liseye taşınmıştı okulları. Liselilerle ortak kullanacaklardı bu okulu. Murat bu okulu bir türlü sevemedi. Yolu çok uzaktı. Evden daha erken çıkmak zorunda kalıyordu. Yollarda bazen köpeklere rastlıyordu. Arkadaşının elini tutarak köpeklerin zarar vermemesi için Allah’a dua ederek okula varmaya çalışıyordu. Sınıfındaki öğrenci tipleri de değişmişti. “Çift dikiş” denilen tembel, yaşı büyük öğrenciler arka sıraları doldurmuştu. Çift dikişler kendi aralarında müstehcen konuşmalar yapıyorlar, zaman zaman Murat ve arkadaşlarına laf atıyorlar, rahatsızlık veriyorlardı. Tabuttaki samimi hava burada yoktu, tabut yıkılınca güzellikler de yıkılmıştı.

Murat bu yeni okulunda iki yıl okudu. Çalışkanlığıyla, efendiliğiyle arkadaşları, öğretmenleri arasında ayrı bir yer edinmişti. Tüm olumsuzluklarına rağmen okulunu, şehrini seviyordu. İyi insanlar kötülerden fazlaydı. Erzurum’da olmaktan mutluydu. Çok iyi komşular, arkadaşlar edinmişti bu şehirde. Erzurum’da geçen üç yıl sonunda ayrılık vakti geldi çattı. Babasının tayini Aydın’a çıkmıştı. Bir sonbahar günü ailece Erzurum’a veda ettiler. Murat uçağın penceresinden ihtişamlı Palandöken Dağlarına tekrar baktı. Evler, caddeler gözlerinde yavaş yavaş küçülürken kendini bir anda bulutların üzerinde bulmuştu.

Aradan otuz üç, otuz dört yıl geçti. Murat başarılı bir uzman doktor olmuştu. Bir kongre için Erzurum’a gelmişti.Kongre Palandöken Dağı eteğinde bir otelde yapılacaktı. Murat’a çok sevdiği “Palandöken Dağları”nı yıllar sonra bir daha görmek nasip olmuştu. Dağa doğru tırmandı. Yüksek bir noktadan kara bulutlar içindeki (kaloriferin kirlettiği hava) şehre doğru baktı. Daha sonra bir taksiye atladı. Lojmanlarının bulunduğu mahalleye geldi. Meydan, tren garı yerindeydi ama bahçeli, iki katlı lojmanlarının yerinde yeller esiyordu. Lojmanlar yıkılmış yerine yüksek beton binalar, alış veriş merkezleri arzı endam etmişti. Okuduğu okula (tabuta) giden yollar üzerinde yıllar sonra taksiyle yavaş yavaş ilerlerken sol taraftaki cami ilgisini çekmişti.

Taksiyi durdurdu camiye yaklaştı. İşlemeli taş duvarları hatırlamıştı. Burası hurdalık olarak kullanılan kiliseydi. Şimdi çok güzel görünüyordu. Taşların yüzleri gülüyordu sanki. Ben buradayım, beni tanıyın, bana değer verin der gibiydi eski, metruk kilise.                                                                                                                                                                Erhan BAYRAKTUTAN

About The Author

Bir yanıt yazın