MEHMET DAĞISTANLI İLE RÖPORTAJ
MEHMET DAĞISTANLI
Eserlerinde yerel ve toplumsal tarihi başarılı bir şekilde yansıtan, anlatıcı roman tarzıyla eğitimcilikten gelen bilgilerini okurlarına aktarmayı başaran yazarımız özellikle Erzurum tarihini ve tarihi kişiliklerini okurlarına başarılı bir şekilde aktarmıştır. Yanık dere ve Kara Fatma isimli çalışmalarında Erzurum şehir olgusunu ve Erzurumlu kimliğini kitaplarının içerisinde başarılı bir kurgu ile yerleştirmiştir. Anlatmış olduğu olaylara tarafsız bir bakış açısıyla yaklaşımı ile bir nevi belgesel kaynak oluşturmayı başaran yazarımız Erzurum’a olan aidiyet duygusunu ve sevgini olaylara tarafsız yaklaşımını bozmadan okurlarına aktarmıştır.
1. Röportajların klasik sorusu ile başlayalım isterseniz. Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Ben 1953 yılında Erzurum’da doğdum. Sırasıyla Mahallebaşı’nda Gazi İlk Okulu, Kilisekapısı’nda Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokulunda ve Erzurum Lisesinde okudum. Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü, daha sonra Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Bir süre İlkokul öğretmenliği yaptım. Tayinim Diyarbakır Dicle Öğretmen Lisesine çıktı. Orada Edebiyat Öğretmenliğine devam ettim. Erzurum Halk Eğitim Merkezinde ve Erzurum Halk Oyunları ve Halk Türküleri Derneğinde Tiyatro çalışmalarına katıldım. Erzurum, Kafkas, Elazığ, Zeybek halk oyunlarını oynadım. Çeşitli bölgelerde otuz beş yıl eğitimcilik yaptım. İstanbul-Kadıköy Lisesi’nde Müdür yardımcılığı görevinden emekli oldum.
Bir süre oyunculuk ve yönetmenlik çalışmalarım oldu. Yazarlık dersleri verdim.
Türk Dünyası Tarih, Türk Edebiyatı, Beyaz Şehir Erzurum, Erzurum Sevdası, Dadaş, Sivas Postası, Hürses gazete ve dergilerinde makalelerim yayınlandı.
EĞSAD Eğitimci Sanatçılar Derneği Kurucu Başkanlığını yaptım, E Sanat Grubunu kurdum. Halen Türkiye Azerbaycan Derneği, YAZAK (Yazarlar Akademisi) Tüko-Der, Kadıköy Türk Ocağı ve Erzurumlular Yardımlaşma Vakfı üyesiyim.
Oyuncu, yönetmen, dekor- kostüm- sahne görevlisi olarak çalıştığım oyunlar şunlardır:
4.Murat, Koca Sinan (Turan Oflazoğlu), Hürrem Sultan (Orhan Asena),
Çatallı Köy (Ali Yörük), Ayakta Durmak İstiyorum (Tarık Buğra),
Cimri, Hastalık Hastası (Moliere), Vişne Bahçesi (Çehov),
Bekleyenler (Remzi Özçelik), Deli Emine ( Talip Apaydın ),
Nalınlar (Necati Cumalı), Her Bizansa Bir Fatih (M.Necati Sepetçioğlu)
Beyaz Kartallar, Şenlik (Sebahattin Bulut),
Kanaviçe (Turgut Özakman), Çorak Toprak (Nezihe Aras),
Köşebaşı, Koçyiğit Köroğlu (Ahmet Kutsi Tecer),
Aşk ve Barış ( Suat Taşar ), Hançer, Balıkesir Muhasebecisi (Reşat Nuri Güntekin),
Reis Bey, Yunus Emre (Necip Fazıl Kısakürek),
Biz İnsanlar, Büyük Ana, Bir Hizmetçi Aranıyor (Mehmet Dağıstanlı)
Yazdığım Tiyatro Oyunları:
Bir Hizmetçi Aranıyor, Büyük Ana ve Sessiz Haykırış,
Buzdan Adamlar( Devlet Tiyatroları repertuarına girdi)
‘Ben Kara Fatma’ (Sahneleniyor)
‘Erguvan Güzeli İstanbul’
‘Ben Nezahat Onbaşı’
Yayınlanan kitaplarım:
2. Edebiyat hayatınız nasıl başladı ve eser(iniz)lerinizde Erzurum’u konu edinmeye nasıl karar verdiniz?
M.D.
Benim yazı, tiyatro ve hem de resim çalışmalarım lise yıllarında öğretmenlerimiz sayesinde başladı ve olgunlaştı. Mahalli gazetelere de yazılar verirdik o yıllar. Sorunuzda, siz nasıl karar verdiniz diyorsunuz ya, çok ilginçtir, Erzurum’un 1916 yılındaki işgali, Ermeni çetecilerin katliamları ne yazık ki ne bir romanda ve tiyatroda ne de bir sinema filminde anlatılmamıştı. Ayrıca o günleri hafızalara yerleştiren, hatırlatan anıtsal bir çalışma da yoktu. Ağıt bile yakamamışız. Yüz yıl önce bu topraklarda yaşananları romanla, tiyatroyla, sinema filmleriyle anlatamazsanız, yaptıklarınızın tümü boşunadır. Dünya sizi tanıyamaz, anlayamaz. Ben işte bu nedenle karar verdim. Bu güne kadar kimse anlatmamışsa ben anlatmalıyım, dedim. Üstelik ben o yılların mağdur olan ailelerinin bir ferdiyim. Rus ve Ermeni işgalinin yaşandığı mahallelerde, sokaklarda doğdum, yaşadım. Çocukluğumuzda adım attığım her yerde, her meydan, her konakta işgalin izlerini görürdük. Tam da bu noktada çocukluğumun geçtiği Yanık Dere bölgesi, tabyalar bizleri en çok etkileyen mekanlar olmuştur. Edebiyatla tanıştıktan sonra, işgal günlerini yaşayanları dinlemek şansım oldu, yazılan yüzlerce eseri inceledim, makaleleri okudum. Gözlerimin önünde her şey somut olarak duruyordu: Çifte Minareler, Yakutiye, Rüstem Paşa Bedesteni, Yanık Dere, Palandöken, Tabyalar, yakılmış- yıkılmış konaklar ve daha da önemlisi işgale karşı direniş gösteren bir avuç Erzurumlu vardı… Üstelik bu direnişçilerin hatıraları da elimizdeydi. Böyle başladı bu uzun yazı macerası.
3. Sizce şehir edebiyatı nedir ve Erzurum edebiyatının şehir edebiyatı açısından konumu nedir. Biraz daha açarsak Erzurum’a değer katan bir edebiyat anlayışı mı var yoksa edebiyata konu olan bir Erzurum mu var?
M.D.
Önce şu tespiti yapmamız gerekiyor. Dünyanın en büyük ve en etkili ‘Eğitim, Kültür ve Sanat’ kuruluşu UNESCO ‘Edebiyat Şehirleri’ listesine 40 şehir seçmiş; ama ne yazık ki aralarında tek bir Türk şehrinin adı geçmiyor. Nedeni de ‘Edebiyat Şehri’ olabilmek için o şehirde edebiyat festivalleri yapılması gerekiyor. Ayrıca yayıncılığın gelişmesi, ilkokuldan başlayarak yerli ve yabancı edebi eserlerin şehirde tanıtılması, anlatılması isteniyor; şehir halkının sahip çıkacağı tiyatro festivalleri ve şiir dinletilerinin düzenlenmesi, kütüphaneciliğin geliştirilmesi ve tüm bu etkinliklerin şehir medyasında aktif yer alması gerekiyor. Demek ki Erzurum bir ‘Edebiyat Şehri’ olamamış. Oysa 10 bin yıllık şehir, çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış Erzurum, o şehrin insanları tarafından şehrin önemi; tarihi, coğrafi, askeri, ekonomik değeri kavranamadığı, anlaşılamadığı için edebi eserlerde anlatılamamış. Şayet anlamış olsaydık bu değerleri romanlara, tiyatrolara, sinema filmlerine, anıtsal eserlere, musikiye aktarabilirdik. Biz aktaramadık, anlatamadık.
Şehir, edebiyatıyla dünyaya ulaşıyorsa, dile geliyorsa ‘Şehir Edebiyatı’ da ‘var’ demektir. ‘Şehir Edebiyatı’ da edebiyatçıyla var olur, yaşar. Binlerce öykünün yaşandığı Erzurum Kalesi’ni, Çifte Minareler Medresesi’ni, Yakutiye’sini; eşi benzeri olmayan tabyalarını; ovalarını, yaylalarını; peri bacalarını; mutfağını, her şeyden önemlisi şehrin ruhunu ve karakteristik insan yapısını; mahallelerini, sokaklarını, meydanlarını; barını, türküsünü, şehrin kokusunu aktaracak, dünyaya duyuracak edebiyatçılar gerekiyor şehir edebiyatında. ‘Yakutiye’ şiir olmalıydı, ‘Kale’ roman, ‘Çifte Minareler’ sahneye taşınmalıydı, belki tabyalar sinema filmiyle uzak diyarlara taşınmalıydı. Daha da önemlisi, bence biz ‘kentlilik bilinci’, kavramını kabullenebildik mi? Yani Erzurum’da yaşayan yurttaşların, kurumların ve sivil toplum örgütlerinin birbirleriyle ilişkileri nasıldır, kendi aralarında güçlü ilişkiler kurabilmişler mi, onu da araştırmalıyız. Hatta bu insanlarda aidiyet duygusu var mı? Biz bu kentlilik bilincini oluşturamazsak, aidiyet duygusunu yerleştiremezsek, şehir edebiyatını da yerleştiremeyiz. Hal böyle olunca yazdığımız eserler de yerini bulmaz. Kendi kendime soruyorum: Şehrin kokusunu uzak şehirlere, ülkelere duyurabildik mi? Bence yapamadık. Bu yüzden Erzurum edebiyatı, şehir edebiyatı açısından çok cılız kalmıştır. Düşünün, bir Tanpınar olmasaydı ‘Erzurum’ adı hangi edebiyatçının çantasında olurdu? Bu bakımdan Erzurum’a değer katan bir edebiyat anlayışı da oluşmadı, edebiyatçısı da. Tanpınar örneğini bunun için verdim. Erzurum, bir Tanpınar çıkaramadı; çünkü Tanpınar dünya ölçülerinde bir edebiyatçıdır. Evet, edebiyata konu olan bir Erzurum var. Hem de edebiyatın her türüyle anlatılması gereken bir Erzurum var. Şöyle de düşünebiliriz: bu şehrin maddi ve manevi yapısı bir Rus, bir İngiliz edebiyatçısının masasında olsaydı, her dile çevrilmiş romanlar yazılmaz mıydı? Defalarca sinemaya aktarılmış filmler çekilmez miydi? Dünyanın bir çok şehrinde, şehir edebiyatıyla dünyaya tanıtılmış şehir edebiyatçıları ve şehrin mekanları vardır. Şehir edebiyatı açısından Oscar Wilde, Bernard Shaw, Viktor Hugo, Servantes dünya çapında şehir edebiyatçılarıdır. Okurlar, bu yazarların doğum yerlerini, yaşadıkları evleri, okudukları okulları, eserlerinde olayların geçtiği yerleri hatta mezarlarını görebilmek için turistik gezilere katılıyorlar. Bu hareketlilik aynı zamanda şehrin ekonomisine de katkı sağlayabiliyor. Şehir yönetimi de her köşeye sanatçıların anıtlarını, eserlerini, özgeçmişlerini yerleştirmeyi unutmamış elbette. Son olarak size kendi çalışmalarımdan bir örnek vermek isterim: Yanık Dere- 1915-Erzurum romanımı yazdım, piyasaya çıkmıştı. İstanbul’dan bir okur bana ulaştı. ‘Hocam,’ dedi, ‘sizin Yanık Dere romanınızı okudum. Romanda anlattığınız yerleri görmek için Erzurum’a gelmek istiyorum. O sokakları, tarihi yerleri, meydanları görmek istiyorum!’ Evet, okur aynen böyle diyor. Kaldı ki şehir halkından dahi Yanık Dere’ye gitmek, görmek isteyenler oldu. Bu şu anlama geliyor: Yanık Dere romanı, şehir edebiyatı için bir örnektir. Ben, bu eserle hem şehir edebiyatına bir değer katıldığını sanıyorum, hem de edebiyata konu olan bir Erzurum’un varlığını anlatmaya çalışıyorum. Yine Erzurum’u merkez alan, fakat farklı bir bakış açısıyla kurgulanan son romanımdan söz etmek isterim. Henüz basılmadı. ‘Yer altında ikinci bir Erzurum’ anlatılıyor. Şehrin, binlerce yıl önceki hiç bilinmeyen yapısı ve bu yapı içerisinde, işgal yıllarını geçiren Erzurumlular… Türk okuru ilk kez böyle bir kurguyla karşılaşacak.
Peki bunlar Erzurum’a değer katan bir edebiyat anlayışı olmaz mı?
4. Şehir edebiyatı insanların şehirle kurmuş olduğu ilişkiyi yansıtır. Bu ilişkiyi aktarırken şehrin tarihi, toplumsal olaylar, kişilerin psikolojisi ve mekanlar gibi şehrin değişik katmanlarından etkilenir. Böylece her edebiyatçı kendine özgün bir şehir bilinci oluşturarak bunu eserlerine yansıtır. Sizin şehir bilincinizin oluşmasına hangi şehir katmanı yada katmanları ne oranda etkili olmuştur ve bunu eserlerinize aktarımınız nasıl olmuştur?
M.D.
Bir edebiyatçı olarak, roman ve tiyatro yazarı olarak doğduğum şehirle kurmuş olduğum ilişki çocukluk yıllarına dayanır. Evet çocuklarımın doğduğu, atalarımın kabirlerinin bulunduğu yer olan Erzurum, bana ilk çocukluk heyecanını, ilk ruhsal zenginliği yaşatmıştı. Okulda ilk dersimi verdiğim, ilk tiyatro sahnesine çıktığım, ilk bar tuttuğum kent olmuştur Erzurum. Harmanı ilk sürdüğüm, ilk kavgayı yaptığım, tandırda pişen ekmeğin ilk kez kokusunu duyduğum bu bozkır kenti ile kurduğum duygusal bağ, sonradan edebi bağa dönüşmüştü. Bu ruhsal zenginlik, bu eşsiz heyecan beni Erzurum’un damarlarında dolaşmama neden olmuştu. Şüphesiz ki ailelerin yaşayabilmesi için tasarlanmış özel ve özgün evlerin odalarını, sofalarını, duvarlarını, tavanlarını ilk tanıyıp, idrak ettikten sonra da bu kentin etnografyası beni yeni yolculuklara çıkarmıştı. Bu ruhsal zenginliği daha sonra somut olarak görmeye başladım. Sözgelimi koskoca Erzurum Kalesini, Yakutiye’nin nakış gibi işlenmiş taşlarını, tabyaların azametini gördükten sonra da yeni bir dünya başladı. Gönlüm ilk harcı atanı, bu muhteşem eseri çizeni, yaptıranı aramaya başladı. Bunlar çocukluk yıllarımın Erzurum’a sevdalanmamın somut örnekleriydi. Ben, bu yıllar diyordum ki, dünyanın merkezi Erzurum’dur! Erzurum’dan başka güzel şehir yoktur! Bu, benimle şehir arasındaki kurduğum etkileşim, ne zamana kadar sürdü biliyor musunuz? Erzurum’dan çıkıp ilk kez bir başka dünya şehri Roma’yı, Prag’ı, Paris’i, Madrit’i görünceye kadar. Aman Allah’ım, dedim, Erzurum’dan daha etkileyici tarihi olan, daha bakımlı, tarihlerine daha saygılı şehirler de varmış! Ve bu benim ilk hayal kırıklığım olmuştur. Bu şehirlerde bir ağacın künyesini okudum. Ağaca saygıydı bu ve bizde yoktu. Bir binanın kapısındaki tabeladan özgeçmişini öğrendim. Yedi, sekiz ay kışları olmasına rağmen kıştan şikayetçi olmadıklarını gördüm. Oysa kış bizim için kahır demekti. Bu katmanlarda anlatılacak yüzlerce öykü, obje, figür var. Her şeye rağmen benim için Eyfel Kulesi Yakutiye’dir, Cimcime Hatun Kümbeti’dir, Hatuniye Medresesi’dir. Eyfel Kulesinin sahipleri 200 yıllık Eyfel Kulesini dünyaya tanıttılar; biz 800 yıllık Türk eseri Yakutiye’yi şehir halkına bile tanıtamamışız. Bu bakımdan bizler, şehrimizle henüz ne ruhsal ne de sosyolojik bir ilişki kurmuşuz. Bunu başaramıyoruz. O ruhu, o rengi kavrayamamışız. Elde bu kadar malzeme varken, şehir edebiyatını oluşturamamışız; bunun için de şehrin tarihine giremiyoruz, toplumsal olayları anlatmaya ya korkuyoruz ya da çekiniyoruz. Bu, bana göre, şehrin tüm katmanlarına, özgür iradeyle bakamamaktan kaynaklanıyor. Dini veya siyasi baskılardan da kaynaklanıyor olabilir. Bana göre şehir edebiyatçısı, şehrin katmanlarını anlatırken özgür irade, akıl, mantık ve bilim çerçevesini kullanabilmelidir. Kısık hayallerle eser verilmez. Şüphesiz şehir edebiyatçısı, geniş hayallerin insanı olmalıdır. Yüzyıllarca kervanların toplanma merkezi olan Erzurum’dan dünya çapında polisiye, macera romanları, filmleri çıkabilirdi. Bu da bir hayal kurgulama işi. Demek ki bunu beceremiyoruz. Bir sanatçı, bir edebiyatçı normal bir vatandaş gibi şehrin değerlerine bakamaz. Onun bakışı, kurduğu hayallerin ölçüsündedir. Bu da sanatçının özgünlüğü gösterir. Bendeki şehir bilinci ise, bu şehrin barından, türküsünden, kendine has konak mimarisinden, şehre özgün suböreğinden, çocukluğumda gözümü açıp gördüğüm Palandöken Dağından, Cengiz Han’ın 9. Torunu tarafından yaptırılan Yakutiye’nin heybetinden etkilenerek oluştu. I. Dünya Savaşında, yani Erzurum’un işgal yıllarında, 18 bin hasta ve yaralının zorunlu Erzincan’a gönderilmesinden, Kale’de 7 Erzurumlunun idam edilmesinden, Ermeni çetecilerinin Erzurum’u, Ermenistan’ın başkenti yapacağız, söyleminden, Mahallebaşı’nın tarihi değerinden, Kongre binasından ve bunlar gibi değerlerle beraber olmamdan, onları her gün görmemden oluştu. Bu katmanlara dokunduğum zaman, bu değerlerle iç içe olduğum zaman kimilerinden yüz yıllık, kimilerinden bin yıllık moral gücü aldım. Bu moral gücü romanın kurgusu içinde idi, roman kahramanı bu katmanları romanda bizzat yaşadı. Okur bu kurgudan etkilenmişti. Devlet Tiyatroları repertuarında olmasına rağmen, henüz sahnelenmesini başaramadığım ‘Buzdan Adamlar’ tiyatro oyunumda geçen mekanlardan biri, Erzurum Numune Hastahanesi’dir1, bir diğeri İstanbul Kapısı’dır. Bu iki mimari mekan, şehrin diğer yapılarına benzemediği için benim dikkatimi çekmiştir. İki eseri de saatlerce seyretmişliğim vardır. Yapılışları, öyküleri tam bir roman, film konusu olabilecek cinstendi. Hele İstanbul Kapısı fantastik macera veya tarihi macera romanlarına konu olabilecek boyutta. Bu şehir bir Viktor Hugo, bir Molyer çıkaramadığı için şehir edebiyatının mekanları, son nefesini veren hastalar gibi yok olup gidiyor.
Şehir edebiyatçısı şehrin yorumunu edebi olarak yapar. Bir Erzurum şehir edebiyatçısı olarak Erzurum yorumunuzu özetler misiniz? Bu yorumda Erzurum’dan mı ilham aldınız yoksa görmek veya yaşamak istediğiniz Erzurum mu etkili oldu? Soruyu daha da açmamız gerekirse Erzurum’a dışardan mı baktınız yoksa şehirde yaşayan ve mücadele eden bir kişilik olarak kimlik arayışında mı bulundunuz?
Anadolu’nun doğusu, Kafkasların güneyden Anadolu’ya uzantısı, on bin yıl önce soğuk, uzun kışların hakim olduğu, Sarıkamış ormanlarının Erzincan’a ulaştığı, insan elinin değmediği bozkır diyebileceğimiz bir coğrafya idi. Saka Devleti, Hunlar bu toprakların yabancısı değildi. Dünyaya hakim olmak isteyen Roma bu coğrafyanın ve özellikle Erzurum’un önemini kavrayan ilk topluluklardır. Ayakta kalan ‘Kale’ ilk somut örnektir. İleri bir karakoluydu Romanın. Diyebilirim ki bu ileri karakol olarak inşa edilen ‘Kale’, Erzurum’un kaderini değiştiren mekan olmuştur. Çeşitli kültürlerle tanışma, uygarlıkların yerleşmesi, dünya ipekyolu ticaretinin önemli bir toplanma merkezi olması bu yüzdendir. Sonra bununla da kalmıyor: Selçuklu, İlhanlı, Moğol, Osmanlı uygarlıklarına ev sahipliği yapıyor ve sonra Cumhuriyet Türkiyesi… Sürekli el değiştiren bir şehir… Acaba, diyorum ki, Erzurum’un kendine has mimarisi, kent anlayışı, yerel yönetim karakteri, coğrafi düzeninin olmayışı bu sürekli el değişikliğinden mi kaynaklanıyor? Belki olabilir. Oysa Tahran’ın, Moskova’nın bu kadar özellikleri olmamasına rağmen dünya çapında şehircilik anlayışı, kültürel karakteri ve dünya çapında şairlerin, yazarların, şehir edebiyatçılarının çıktığı dünya kentleri olmuşlardır. Bu birikim tesadüfi olmasa gerek.
‘Coğrafya kaderdir’ anlayışı bu olsa gerek.
Ben şimdi bu tarihi derinlik içerisinde, Erzurum’u karşılaştırmalı görmeye, anlamaya çalışıyorum. Bu şehirde her şey var: tarih, coğrafya, iklim, uygarlıklar v.s. Ancak bu şehre bir bilim adamı gözüyle, bir sanatçı gözüyle, bir evrensel bakışla bakamıyoruz! Yetişme tarzımızın da etkisi var. Bu şehrin bir edebiyatçısı olarak şehirde büyürken hasret, sıla, vuslat duygularıyla yetiştik. Atalarımız, çocuklarını ve torunlarını dizlerinin dibinden ayrılmasını pek istemez. Bu anlayış bizim, kadın olsun erkek olsun, küçük kalmamıza, sadece önümüze bakmamıza neden olmuştur. Millilikten evrenselliğe atlayamamışız. Biz, yüzmeyi büyük denizde öğrenemedik. Küçük derelerde öğrendik. Sonra Erzurum’un yalnızlığı karşımıza çıkıyor. Bu da doğrudur. Küçük derede yüzme öğrenen Erzurum’un tabakalarını asla dünyaya anlatamaz, duyuramaz. Kim bilir, belki şehir halkının din ve siyasi açıdan politize olması, o geniş coğrafyayı, sadece ve sadece din ve siyasi gözle görmesine neden olmuştur. Evet, 1831 yıllarında yayınlanan Notre Dame’ın Kamburu’nda da Victor Hugo dini, kiliseyi ele alıyor; ama burada yaşanan sosyal bir olay da dile getiriliyor. Şehrin yorumunu yaparken, merceği göze doğru oturtmak gerekiyor. Soruda ‘ilham almak’ diyorsunuz ya, evet, doğru, doğduğu şehri romanında, öyküsünde, makalelerinde, şiirinde, tiyatrosunda anlatan biri olarak, benim ilham kaynağım tam da burasıdır. Roma’nın ileri karakolu olan antik Kale’den, bu güne kalan bir Erzurum… Elbette ki bizim ilham kaynağımız burası olacaktır. Bu yüzden diyorum ki Erzurum coğrafya olarak özeldir. Roma’dan, Tahran’dan, Moskova’dan geri kalır tarafı yoktur. Birçok şehirde olmayan özellikleri bu şehirde görebiliriz. Neresine baksanız tarih kokan bir şehir olması bile Erzurum’u farklı kılıyor. Mutfağı, kültürü, ekonomik yapısı gibi özellikleri Erzurum’u öne çıkarmaya yetiyor. Sadece bizlere değil Evliya Çelebi’ye de ilham kaynağı olmuştur, Kurtuluş Savaşı Destanını yazarken Nazım Hikmete de… Yaşamak istediğim, sorusu başka… Açık ve net söyleyeyim, benim görmek istediğim Erzurum bu değil, yaşamak istediğim Erzurum da… Öncelikle şunu belirteyim; ve ben en çok şunu istiyorum: Bütün Erzurumluların bir haftalığına da olsa, o bazen ‘Gavur’ dediğimiz insanların ülkelerine, o gavurların yaşadığı şehirlere, kasabalarına gitmelerini, oraları görmelerini arzuluyorum. Sözgelimi Prag ya da Madrit’e, sözgelimi Roma ya da Atina’ya… Bu şehirler binlerce yıllık geçmişleriyle aynen muhafaza edilmiş. Sokaklar, evler, meydanlar ilk günkü gibi… Şehirler adeta açık hava müzesine dönüştürülmüş. Gözünüze hiçbir çirkinlik ilişmez. Renk, mimari, doğa, yollar, parklar hepsi bir uyum içerisinde. Sonra en önemlisi yöneticilerin yanında, şehrin insanları bu eserleri koruyor, kolluyor. Bu bir haftalık geziden sonra Erzurumlunun şehre bakışı mutlaka değişecektir.
Kent bilincinin hakim olduğu şehirleri gezme ve tanıma fırsatım oldu. Edebi hayatımda bu benim işime çok yaradı. Çok rahatlıkla ve tarafsız bir bakışla Erzurum’u dışarıdan gözlemleyebiliyorum. İşte rahatlıkla, şehrin kimliği için mücadele edebilmem bu yüzdendir. Bu arada kimlik arayışında da hiç bulunmadım. Bu sınıfsal, tarihi, üretici kavramlar bana mücadele etme kişiliğini vermiştir. Tarihte başarılı olan atalarımın tümü mücadelecidir. Romanlarıma yansıyan da budur. Yanık Dere’de direnişçiler, Ben Kara Fatma da Erzurumlu üsteğmen Kara Fatma, Babam Nevruz’da Gelmedi romanında kahramanlar ve yardımcı oyuncular hep mücadelecidir. Kim ne derse desin bu şehrin özünde de bu mücadele vardır. Köklerini Orta Asya’dan getirdiğimiz BAR’da bu mücadele vardır. 93 Harbinde de, 1906 yılında Saray’ın ağır vergisine karşı direnen ahalinin anlayışında ve Milli Mücadelenin başlamasında da bu mücadele ruhu vardır. Yaşamak istediğim Erzurum’a ulaşıncaya kadar da bu mücadeleye devam.
6. Edebiyatın, şehrin markalaşması, kimliğinin oturması ve aktarılması, şehir belleğinin yaşatılması açısından katkıları nedir? Sizin eserinizin bu açıdan Erzurum’a kattığı değer nedir?
M.D.
Her şeyden önce, anladığım kadarıyla ‘marka şehir’ olmak öyle kolay değil. Şu anda dünyada marka şehirler arasında İstanbul dahil, Los Angeles, New York, Londra, Paris, Mekke gibi şehirler bulunmaktadır. Bu şehirlerin her birinin ayrı ayrı özellikleri var. Bu şehirler benzer ya da rakip şehirlerden olumlu yöndeki farklılığıyla cazibe merkezine dönüşebiliyorsa ‘Marka Şehir’ unvanını alıyor. Başka bir tanıma göre Ahmet UYAR2, Bir kentin sahip olduğu kültürel, sosyal, doğal, tarihsel, ekonomik değerlerin kendine has bir biçimde bütünleştirilerek pazarlanması ve yeni bir imaj oluşturulma sürecidir, diyor.
Bütün bunları alt alta koyduğumda Erzurum’un markalaşma ile ilgili ne bir çalışması, ne bir endişesi, ne bir hevesi var. Ancak Erzurum’un kimliğini bulmak, ortaya çıkarmak açısından yapılacak çok çalışmaların olduğunu biliyorum. Hele müzelerden tutun da tarih, eğitim, tarım, ticaret, sanat v.b gibi özellikleriyle şehir belleğini aktarma, yaşatma tam da bir şehir edebiyatçısının görevidir. Erzurum’un şehir edebiyatçısı, sınırsız hayalleriyle Roma/ Bizans’tan beri ayakta olan bu şehri; Selçuklu’dan, İlhanlı’dan ve Osmanlı’dan beri Türk hakimiyetinde olan bu yurdu; I. Dünya Savaşını yaşamış, işgallere uğramış, Cumhuriyet Türkiyesinin ilk kıvılcımını ateşlemiş mücadeleci insanlarını, dünya ticaret yolunun en önemli toplanma merkezini, şehrin belleğini oluşturmada dünyaya tanıtamaz mı? Tanıtır. Edebiyatın katkısı da budur. Biz bu özelliklerden hiçbirini ön plana çıkaramadık; marka olan bir ürün çıkaramadık, dünya çapında bir yazar, şair, sanatçımız olmadığı için tanıtamadık. (Sadece Arif Sağ ile bu çark dönmüyor. Kaldı ki Arif Hoca da Erzurum’da kalsaydı belki bu isme kavuşamazdı.) Uluslar arası bir festival, konser, toplantı, bilimsel girişim, sanayi hamlesi var mı? O da yok…
Türkiye’de hiçbir şehre kısmet olmayan kadın kahramanımız Üsteğmen Kara Fatma ile Erzurum’un anılması, dünya çapında bir değer değil midir? Ben, görevimi yaptığımın bilincindeyim; ama yetmez!
Erzurum Sevdası Dergisi olarak bana bu fırsatı verdiğiniz için, en samimi duygularımla teşekkür ediyorum.
Mehmet Dağıstanlı
Eğitimci- Yazar
1 1902 yılında inşa edilen bina, bugün Sağlık Bakanlığına bağlı aile hekimliği olarak hizmet vermektedir.
,
2 Ahmet UYAR ,”Türkiye’deki Yerel Yönetimlerin Marka Şehir Yaklaşımları Üzerine Bir İnceleme”, Alanya Uluslararası Yerel Yönetimler Sempozyumu, 1-3 Kasım 2018 ERZURUM SEVDASI DERGİSİ