İbrahim ERKAL’ın Şarkılarında Mektup

İbrahim ERKAL’ın Şarkılarında Mektup

İbrahim ERKAL’ın Şarkılarında Mektup (Mektupları Besteleyen Adam: İbrahim ERKAL)

Radyodan şarkı istediğimiz günler, benim yaşımdakilerin akıllarındadır. O zamanlar şarkıları özel olarak seçer, ismimizle de anons ettirir, şimdilerdeki gibi sıradaki şarkıya ortak olmazdık. Bazen aşkımızı, bazen efkârımızı, bazen isyanımızı bağlardık radyo güvercininin ayağına ve gönderirdik karşımızdakinin radyosuna. Peki, bunu neden yaptığımızı hiç düşündük mü?

Ben biraz düşündüm. Şuna karar verdim: Biz bunu yaparken aslında başkalarının yazdıkları mektupları kendi zarflarımıza koyarak karşımızdakilere mesajımızı, onların diliyle anlatmak istiyorduk.

Peki, şarkıların nasıl yazıldıklarını yani o mektupların nasıl ortaya çıktığını hiç merak ettiniz mi? Biz, şarkı ve türkülerimizdeki mektup olayını nasıl değerlendirmeliyiz?

Sevmek dünyadaki en güzel ve en asil duygulardan biridir. İki insan birbirinde diğer yarılarını bulur, birbirlerinde tamamlanır. Bu sevginin karşı cinsle olanına ise aşk deriz. İşte o şarkı ve türkülerde genellikle işlenen mektup bu aşk üzerine temellenir. Bu mektup sadece sözle de olmaz. Bazen bir mendil, bazen bir yazma bazen de farklı bir nesne olur.

Nitekim türküde “Mendilin işle yolla…” diyordu.

Onur Akın “Beni Bekledinse” isimli şarkısının hikâyesini anlatırken suçsuz yere hapse giren kocanın eşinden istediği kapının önündeki akasya ağacına asacağı yazma, sözsüz iletişimin farklı bir unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazen de türkülerimizde her haliyle izlenen sevgiliye türkü sözleriyle takipte olduğunun mesajı verilmiştir. “Kandilli Yazmayı Kaldır Yüzünden, Başındaki Yazmayı Sarıya mı Boyadın, Selvi Boylum Al Yazmalım” gibi türkülerde olduğu gibi… Daha nice yazma olayı vardır şarkı ve türkülerimizde…

Fatih Kısaparmak ise bunu bir kilimle anlatmayı seçmişti, “Sevdiğine sözü olan bir kilim dokur/ Kilimin dilinden ancak anlayan okur…” mısralarını söylerken.

Adrese teslim olan ve hikâyesi direkt bilinen şiir, şarkı ve türkülerin de çokluğu dikkat çekmektedir.

En meşhur hikaye- türkü eşleşmesinin başlarında merhum Abdurrahim KARAKOÇ’un Mihriban türküleri gelmektedir. Mihriban, dergiye mektup gönderir; Abdurrahim KARAKOÇ da kızın evine mektup gönderemeyeceği için duygularını şiirleri ile anlatmıştır. (O zamanlar bu gibi davranışların büyük sorumluluğu vardı, sevgili ifşa edilip şanına zarar verilmezdi. Zira o zamanlar alamama ihtimali düşünülerek hem sevgiliye hem de sevgilinin evleneceği insana zarar vermekten korkulurdu.)

Mektup niteliğinde adrese teslim eserler yazan sanatçılarımızdan biri de merhum Neşet ERTAŞ’tı. Neşet Usta, ölmeden önce çeşitli vesilelerle türkülerinin hikâyelerini anlattığı için bu konuda daha rahat yorum yapabiliyoruz. Malumunuz gazinoda çalıp söylerken Leyla’sını bulmuş, onunla evlenmiş, babası merhum Muharrem ERTAŞ bu evliliğe karşı çıkmıştı. Baba- oğul arasında türkülerle mektuplar gönderilmişti.

Yaklaşık 10 yıl evli kalan Neşet ve Leyla Ertaş çifti bir süre sonra anlaşamamış ve ne yazık ki ayrılmışlardı. Ayrıldıktan sonra üzüntüye gark olan Neşet Ertaş 3 beste yapmıştı: Cahildim, Dünyanın Rengine Kandım (babasına); Tatlı Dillim, Güler Yüzlüm Neredesin Sen (Leyla’ya); Yazımı Kışa Çevirdin Leyla’m (Leyla’ya). Leyla’dan ayrılsa da ilham kaynağı Leyla olmuştu.

Yine çok meşhur şiirlerimizden biri de yakın zamanda kaybettiğimiz Sezai Karakoç’un Mona Roza isimli şiiridir. Şiirin hikâyesini hiç anlatmamasına rağmen halk ne hikâyeler yazmıştı… Bu hikâyelerden birinde kızın intihar ettiği bile iddia edilmişti. Öyle ya, bu kadar yakıcı bir şiirin hikâyesi de o kadar yakıcı olmalıydı. Halk denen usta bazen hikâye oluştururken kantarın topuzunu kaçırıyordu.

Üstat da buna cevap verme ihtiyacı hissederek “Benim bir şiirim yüzünden bir insan hayatına kıysa ben o vicdan azabıyla yaşayabilir miyim?” şeklinde açıklama yapmıştı. Bu hikâyeleri yaratırken abartılara ve yanlış anlaşılmalara mahal vermemek gerekir, demek istemişti belki de.

Branşımız Türkçe- edebiyat olunca öğrencilerimizden bazen şöyle bir yorum duyuyoruz: Hocam, bu Karacaoğlan da çok çapkın bir adammış. Her gördüğü güzele bir şiir yazmış.

Karacaoğlan her gördüğü güzele şiir yazacak kadar çapkın mıydı, bilemem ama aslında ihtimal de vermem. Zira sanatçının işi yaratmaktır. Sanat kelimesi de “sana” fiilinden türer. Anlamı “yapmak, imal etmek, yaratmak”tır. Sanatçılar bu anlamda “yapan, imal eden, yaratan” kişilerdir. Onların hammaddesi hayalleri ve duygularıdır. Üretebilmek için hammaddeye ihtiyaçları vardır. Bu yüzden ya gerçekten birini severler ya da hayallerinde birini yaratarak onun üzerinden eser üretirler. Karacaoğlan belki hayalinde yarattığı kişilere aşık oluyordu. Neşet Usta ise birine aşık olup ona şiir yazan sanatçıların en güzel örneklerinden biri olmuştu. Onlar en iyi bildikleri işi -şiir yazma işini- icra ediyorlardı, diğer insanlar da bunu kendi dünyalarına göre yorumluyorlar.

Bu anlattıklarımın İbrahim ERKAL için oluşturulmuş bir dergide hangi amaçla yazıldığını merak ettiniz değil mi? Gelelim o konuya:

İbrahim ERKAL’ın kasetlerindeki şarkılarının büyük çoğunluğu kendisine aitti. Bu şarkıların en çok tutulanları da duygusal olanlarıydı. Bu kadar duygu nereden geliyordu, hiç merak ettiniz mi? Biz ettik ve şarkılarına o gözle baktık. Bu konuyu biraz irdeleyince kendimizi sürekli farklı maceraların içinde bulduk. Ne hikâyeler dinledik… Rahmetli duysaydı ne yorum yapardı merak ediyorum.

İbrahim ERKAL’ı en iyi tanıyanlarla görüşmeye çalıştık ve yolumuzu, ulaşabildiklerimizin yardımlarıyla bulmaya gayret ettik.

İbrahim ERKAL, ilk kasetini oyun havaları üzerine yapmıştı ama başarılı olamamıştı. İkinci kaseti olan “Ah Beni Vah Beni” de istediğini verememişti. Tabiri caizse oltasını atmış ama netice alamamıştı. İkinci kasetinde ağır şarkıları vardı. Tarzını bulmaya çalışıyordu belki de.

1994 yılında çıkardığı üçüncü kasetinde hareketli şarkılar ile ağır şarkılarını eşit sayıda koymuştu. Kasetin ismi ağır şarkıların tarafını tutuyordu: Tutku.

Bir taraftan aşık olduğu kişiye “Tutku”yla bağlanmış ama kavuşamamış bir aşığın içinde bulunduğu melankolik hali ifade edebilmek için “Gidin, Varmayın Üstüme” diyecekti başka bir şarkısında. Ortadaki ayrılığa vurgu yapıp “Unutmadım Seni” derken bu aşkla bir arayışa girecek ve “Canımın İçi neredesin” sözleriyle bir sonraki kasetin tarzına hazırlık yapacaktı.

Bu sefer olmuştu ve bu sözler, dinleyicileri tarafından ilgi görmüştü. Bu dört farklı hali taşıyan insanlar duygularına tercüman olan ERKAL’ı bağrına basmaya başlamıştı.

Ülkede arabesk- fantezi tarzının en güçlü olduğu zamanlardı. Üçüncü kez atılan olta boşa gitmemişti. Bunun farkına varan İbrahim ERKAL, dördüncü kasetin ismini “Sıra Bende” koyarak adeta sanatçılara “Aranızda yer açın, ben geliyorum.” diyordu. Halk onu ve hikâyesini sevmişti. O zaman hikâyenin devam etmesi gerekiyordu.

Bir önceki kasette başlattığı arayışı devam ettiriyordu: Aklımdasın! Hatta bu şarkıda unutmaya çalışıp da unutamamanın acısını yaşıyormuş gibi sözlerin başına “kahretsin” sözünü iliştirerek yaşadığı acının dozunu artırıyordu.

Yaşadığımız coğrafya Anadolu’dur. Anadolu’da kız ile erkek birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler son söz çoğunlukla onların istediklerinin dışında söylenir. Kızı genellikle başkasına verirler, oğlan başlık parası biriktiremez ya da parası yoktur. 80’lerden sonra SSK’li iş kriterlerin başına konur. Nitekim bu acıyı yaşayan sanatçılarımızdan biri de Neşet Usta’dır. “Zahidem” isimli türküsünün hikâyesini bir televizyon programında anlatırken kızın başkasına verilmesine o kadar içerlemiştir ki bu mantıktaki kız babalarına isyan ederken “Sana ne la!” gibi ustanın üslubuna uymayan bir ifade kullanır ve bunu üç kere tekrarlar. Anadolu bu isyanı eden insanlarla doludur. Onların dili olmak gerektiğinin farkında olan ERKAL, bu şarkıyla unutamayanların sesi olmuştur.

Aynı damardan bir şarkı daha vardır, aynı kasette: İnsafsız

Sevgiliye kavuşamayan ve muhtemelen de kavuşamayacak olan gencin çaresizliğini isyan boyutuna taşıyan sözlerle adeta haykırmaktadır. O kadar ki sevgiliye “kitapsız” diyecek kadar ileriye gidecektir bu haykırış. Erkal’ın bu şarkısını radyolardan sevgilinin ismini rumuzlarla veya baş harfleriyle isteyenler mi dersiniz, arabasını apartmanın önüne çekip son ses çalanlar mı dersiniz…

Erkal’ın şarkılarında platonik aşk ile imkansız aşk birlikte karşımıza çıkıyordu. Nitekim bunu aynı kasetin “Sevmesen de Olur” isimli şarkısında da görüyorduk. “Saçını tutmasam, okşamasam da/ Kollarıma alıp da koklamasam da/ Sokağın başında sabahlasam da/ Perdeni kapatıp yatsan da olur” gibi mısralar platonikliği en güzel şekilde yansıtıyordu.

Bu yönüyle divan edebiyatında –özellikle de Fuzuli’de- gördüğümüz kavuşma arzusunun olmayışı dikkatimizi çekmekteydi. Divan sanatçıları da aşkın bitmesini istemezlerdi. Kavuşunca aşkın biteceğine inanırlardı. Aşkın bitmesi, ilhamın bitmesi demekti.

Duygularını bu kadar yoğun bir şekilde aktarırken kendine dönüp tanımlama yapmadan da geçmiyordu. “Sevdalı” isimli şarkısında yaşadıklarını yaşayanlara “sevdalı” diyordu.

Takvimler 1996 senesini gösteriyordu. Aslında piyasasındaki yerine tırnaklarıyla kazıyarak gelmişti ama tevazudan da ödün vermiyor ve bu kadar teveccühü kazanmışken havaya girmeyip “Gönlünüze Talibim” diyerek yerini daha da güçlendiriyordu. Nitekim bir çıkış şarkısı ortaya koymuştu ki aradan çeyrek asır geçmesine rağmen hâlâ sevgililer hitap sözcüğü olarak onu kullanıyorlar: Canısı. İbrahim ERKAL, sevgilisinin adını açıklıyordu bizlere: Canısı.

Canısı” saf bir yakarışın adıydı. “Canısı” teslimiyetin ve tutsaklığın adıydı. “Canısı” büyük bir çıkışın da adı oldu. Tüm Türkiye “Canısı” ile donatılmıştı. Bu isim nidaların, armağanların, takma adların, araba arkası yazıların hatta işletmelerin adı olmuştu. Radyolarda sürekli çalınıyor, armağan ediliyor, cadde ve sokaklar “Canısı” ile inliyordu. Canısı’yı milyonlar duymuştu.

Yalnızım” isimli şarkısı yine aşk acısının zirvesinde dolaştırıyordu herkesi. Sevdiği elinden alınmış bir gencin ruh halini o kadar içten ve o kadar duygulu anlatıyordu ki dinleyenleri farklı diyarlara götürüyordu. O duyguyu yaşayanlar dönüp dönüp aynı şarkıyı dinliyor, yaşamamış olanlar ise Yeşilçam filmlerinin sıcaklığında empati kurup isyan ediyorlardı.

Duygu yönü ağır basıyor, Erkal da yakaladığı damardan dozu artırarak ilerliyordu. Bu kasette tahrip gücü kezzap dozunda 5 şarkı piyasaya sürmüştü. Beşi de birbirinden ağırdı. Müzik piyasası o senelerde arabesk fantezi dalında çok hareketliydi. Hakan Taşıyan, Azer Bülbül gibi sanatçılar da o yıllarda piyasaya çıkıyordu. Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay ve İbrahim Tatlıses’in var olduğu bir müzik piyasasında tutunmak için sağlam eserlerle dinleyicilerin huzuruna çıkmak gerekiyordu, Erkal da bunu yapıyordu. Son iki kaseti halkın temayülünü göstermişti.

Bu kasetinde sevgiliyi ya uğurluyor ya da öldürüyordu. “A Bebeğim” isimli şarkısında bir ağıt havası açıkça kendini gösteriyordu. “Yaşam ne ki ölüm ne ki bir devriliş gönlümdeki/ Ben de ölmek istiyorum taşıyamam ben bu yükü” dizelerinde iki kez ölüm sözcüğünün geçmesi ve özellikle de ikinci dizedeki “Ben de ölmek istiyorum” dizesi sevgiliyi öldürdüğünü açıkça göstermekteydi.

Unutmak gerekiyordu, belki de kavuşmak imkânsızlaşmıştı ama bunu gönlüne anlatması gerekiyordu. Ölenle ölünmüyordu, hayat devam ediyordu ama vefa da önemliydi. Zira delikanlı insanın gönlü göçebe değildir. Nereye giderse gitsin, insanın yüreği de kendisiyle gelir. O yüzden anılarını, sevgisini bir yerde bırakıp hiçbir şey olmamış gibi davranamaz. Erkal da ölen sevgiliye söz veriyordu şarkısında: Ne bugün ne yarın unutmayacağım/Adını dilimde hep anacağım/ Yokluğun zoruma gidecek benim/Seni yüreğimde saklayacağım.

Sadece bu sözle bırakmıyor ve duygu dolu sözlerini pekiştiriyordu: …Ve ben seni yarın seveceğim. Bu sözün karşılığı ölümsüzlüktür. Erkal, aşkını hep diri tutacaktı. Onun aşkı bir hedef olarak kalacak, hiçbir zaman ona ulaşamayacaktı çünkü kavuşursa aşkı bitecekti. Bu olayı kapatırken sevgilinin diliyle kendisine bir tembihte bulunuyordu: Unutma, unutulanlar unutanları asla unutmazlar!

Bu kasetle artık piyasada kendini kabul ettirmişti. Öyle ki İbrahim Tatlıses bu kasetteki “Ben de İsterem” isimli şarkıyı söyleyecekti. Bu durum da Erkal için büyük bir prestij ve başarıydı.

Artık şöhret işi tamamdı, yeni hedef zirveye oynamaktı. Canısı, şarkısı oturmuştu ve peş peşe yeni gelişmeler oluyordu: Film ve dizi projeleri gelmişti. Emine ÜN ile oynadığı filmde şarkıcı olmaya çalışan fakir bir genç ve zengin birinin tuzağına düşmüş seven bir kadın (Canısı)… Erkal’ın şarkıları araya giriyor, duyguları onun üzerinden anlatıyordu. Hele bir sahne vardı ki bu durumu yaşayanların duygularına tercüman oluyordu: Zengin adamla eğlence mekânına giden Canısı, bir anda İbrahim Erkal’ın sahneye çıkmasıyla şok yaşıyordu. O esnada Erkal “Yalnızım” isimli şarkısını söylerken şarkının sonuna bir sonraki kasetinde (Sırılsıklam) bulunan “Dönemem” isimli şarkısının sonundaki şiiri ekleyip Canısı’nın gözlerine bakarak okuyordu:

İçine dert olacak sana bu son bakışım

İçine dert olacak hiçbir şey sormayışım

İçine oturacak vedasız ayrılışım (Bu mısrayı okumaz.)

Adını kahpe koydum bırak hep öyle kalsın

Sana son bir sözüm var: Allah’ ından ve Allah’ından bulasın

Filmi izlerken o acıyı yaşamış olanlar o anın intikamını iliklerine kadar hissediyorlardı. Oysa aynı senaryo 1982 yılında Ümit Besen ve Banu Alkan’ın başrolünü, Güner Ümit’in de zengin sevgiliyi oynadığı Nikâh Masası isimli filmde kullanılmıştı. Bu filmde de aynı senaryonun kullanılması herhalde şarkıların oluşturduğu kompozisyonla alakalıdır.

Nitekim Erkal, 1998 yılına gelindiğinde yeni bir kasetle dinleyenlerinin huzuruna çıkmış, şarkılarını onların beğenilerine sunmuştu. Kasetteki on bir şarkının yedisi ağırdı ve mektup niteliği taşıyordu. Kendi kitlesini oluşturmuş olan ERKAL, artık doludizgin bir yükselişe geçmişti. Bu kasette karışık duyguları bir arada veriyordu:

Aşkım” isimli şarkısında sabırla beklenen ve her nedense kendisine kızgın olan bir sevgiliyi bekleyişi görüyorduk. Kırgın olan eşlere ve sevgililere tercüman olacak sözleri barındıran bu şarkıda bekleyiş ve yakarış söz konusuydu.

Kuzum” isimli şarkısında sevgilinin yokluğuna ağıt yakıyor, adeta bir önceki kasette öldürdüğü sevgilinin peşinden gitme havası ya da o günü bekleyiş seziliyordu. Aşk acısı en ağır şekilde kendisini gösteriyordu.

Bir önceki kasette öldürdüğü sevgilinin arkasından bir arayışın başladığını kasete de ismini veren “Sırılsıklam” isimli şarkısındaki “Sırılsıklam aşık olsam” sözlerinden anlıyorduk. Âşık olmayı çok isteyen Erkal, bu durumda bir ikilemdeydi. Nitekim bu ikilemi “Yazık Bana” isimli şarkısında açıkça dile getiriyordu:

Yaz gelecek buralara

Yine âşık olacağım

Arayanlar bulurmuş ya arayacağım bulacağım

Sevgi benim yüreğimde herkesi dost sanacağım

Sevgi benim ciğerimde seveceğim yanacağım

Burada kendisinin birini seveceğini, birine aşık olacağını biliyor ancak satır arasında dostlarına da sitem etmeden geçmiyordu. İşte insan burada soruyordu: Sen aşk konusunda bu kadar deneyime nereden sahip oldun? Öyle ya, Anadolu delikanlısının en doğal haliyle yaşadığı aşkı bütün yönleriyle anlatıyordu.

Şarkılarında birtakım durumları o kadar hayatla bütünleşmiş bir şekilde kullanıyordu ki kendisi “halkın içinden” ifadesinin hakkını ziyadesiyle veriyordu. Şarkılarında anlattığı olaylar ve duygular toplumda sürekli yaşanıyordu. Özellikle arabesk- fantezi tarzı müzik dinleyen kitle bu şarkılarda kendisini görüyordu. Dolayısıyla şarkılarıyla bir dinleyicisini yarım yakalıyorsa başka bir dinleyicisini tam ciğerinden yakalıyordu. Şarkıları o kadar anlamlıydı ki dinleyicilerinin duygularına tercüman oluyordu.

Erkal bu dönemde şarkılarına sitemi sokuyordu ama bu sitem sevgiliye değildi. Sevgiliye olan mektuplarına alışmıştık, bu mektuplar dostlara yazılıyordu.

Aşk konusunda dostlarıyla yaşadığı sorunu dile getiren o kadar aşık görürsünüz ki… Erkal bu konuda yalnız değildir.

Aynı serzenişi “Güllere de Küstüm” isimli şarkısında görmekteyiz. “Güllere de küstüm açmasınlar/ Kuşlara da küstüm uçmasınlar/ Selâmımı kestim dostlarımdan/ Aramasınlar” dizelerinden ve en sonda yer alan “Güllere de yazık sen kokacaklar/ Fallara da yazık sen çıkacaklar/Dostlarıma yazık senin gibi olmayacaklar” sözlerinden, dostlarına ciddi anlamda kırıldığını ve sitem ettiğini görmekteyiz. Bu şarkı Tatlıses’in sevilen şarkısı “Nankör Kedi”yi aklımıza getiriyordu. Tatlıses de şarkısında sevgiliye çıkışırken “…hatta güzel dostları senin için terk etmedim mi?” sözleriyle dile getiriyordu. Ancak bu sitem aynı değildi. Burada dostların sevgiliyle ilgili misyonlarını yerine getirememesine sitem vardı sanki.

Aynı şarkıda “en güzel yanım, gitti dermanım” sözlerinden de tutulamayan bir sevgili göze çarpmaktaydı. Onun gidişinden sorumlu tutulan dostların şarkıda yer alması bir tesadüf gibi durmuyordu.

Bu şarkıda giden sevgiliyken “Çare Gelmez” isimli şarkısında giden kendisiydi. Şarkıda imkansız bir aşk dile getiriliyordu. Seven iki insan ve engel olan anne baba faktörünü bu şarkıda görüyorduk. Ailesi ile sevdiği arasında kalan kızı zor durumda bırakmamak için aşkını kalbine gömüp giden bir Anadolu delikanlısı çıkıyordu karşımıza. Yukarıda bahsettiğimiz yazma, mendil gibi hatıra unsurlarından biri de sevgilinin saçıdır. Saçlarından bir tel alıp gurbete giderek aradan çekilmek vardı kafasında. “Saçlarından tel kopar ver” mısrasıyla bu durumu dile getiriyordu. Bu durumu klibinde de genişçe işleyecekti.

Başlangıçta kısa bir veda sahnesinden sonra kamyonuna binerek (Neden dorsesiz son model bir kamyon, başka bir araç değil? Mesela bir otobüs?) oradan ayrılırken görüyorduk Erkal’ı. Klip, Kapadokya’da çekilmişti ve Kapadokya ile sanatçının memleketi olan Narman’ın ortak bir özelliği vardı: İkisinde de peribacaları vardı. Erzurum’a ve Narman’a büyük bir bağlılığı olan Erkal’ın bu klibi neden Narman’da çekmediği ise hep kafamda bir soru işareti olarak kalacak.

2000 yılına gelindiğinde sanatçı, yeni kasetiyle sevenlerinin duygularına tercüman olmaya devam edeceğinin sinyallerini veriyordu. Canısı ve Sırılsıklam gibi iki iddialı kasetin üstüne “De Get Yalan Dünya” bir duraklama gibi gelmişti dinleyicileri için. Beklenti çok yüksekti ve sevgiliye hitap eden iddialı bir çıkış şarkısı yerine dünyaya sitem eden, içine kapanmanın işaretlerini gösteren bu kaset sevenlerini şaşırtmıştı. Erkal’ın sitemleri devam ediyordu.

Dostlarına ve çevresindekilere kırgınlığını “Üzdüler Beni” isimli şarkısında “Kahpe diller sahte yüzler/ Ar bilmeyen edepsizler/Can bildiğim şerefsizler/Üzdüler beni üzdüler” gibi sivri ifadelerle veriyordu. Bu sefer de mektup bir sevgiliye değil, dostlarına yazılmıştı. Kendi iyi niyetini ve saflığını dile getirdiği bu şarkı, belki de o dönemde yaşadığı olayların isyanıydı. Bunu da en iyi bilecek olan o dönemde yanında olanlardı. Ailesinden bu soruların cevabını almak istedim ama kapıları yüzümüze öyle kapadılar ki aydınlatamadığımız yerlerin sebebini bu vesileyle sizlerle paylaşmış olalım.

Erkal durgundur bu kasetinde. Melankoli kaseti sarmış gibidir. “Üzdüler Beni” şarkısında sitemlerini dile getirdikten sonra kasete ismini veren şarkısında dünyaya sitem ediyordu. Aşkı zehirli yılana benzetirken çevresinde gördüğü aşkların yalancılığına burun kıvırıyor, yeni yetmelerin güzel kavramların içini nasıl boşalttığına hayıflanıyor, bu bozulmuşluğu elinin tersiyle itiyordu. Tecrübe sahibi kimselerin eskiye özlemini, değişen dünyaya uyum sağlamaktansa yaşadığı dönemin güzelliğine özlemi dile getiren üslubunu bu şarkıda görüyorduk.

Ne varsa eskide vardı. Eskiye dönüyor, Canısı ile söyleşmeye devam ediyordu. “Nasıl Sevmiştim” isimli şarkısında sitemi çok büyüktü. “Şarkılar yazdım sana/ Milyonlar adını duydu/ Reva mıydı bu bana/ Yapacağın bu muydu?” dizelerinde sitemi açıkça görüyorduk. Ancak bununla yetinmiyordu. Dostluk deryasında çok sevildiğini dile getirirken sevgiliye mutluluk rüyasında yenilişini dile getiriyor buna bir de derece koyup “çok kötü” yenildiğini belirtiyordu. Akabinde de “lanet olsun” ifadesini iki kez vurgulayarak sevgiliye gücünün yetmediğinden yakınıyordu.

Bu kaset aslında bir dönüşümü de kendinde barındırıyordu. Sevgiliye bu kadar sitemden sonra bir önceki kasette dile getirmeye başladığı yeni aşk arayışını devam ettirdiğini görmekteydik. Bunu da “Büyük Yalnızlık” isimli şarkısında dile getiriyordu. “Bu büyük yalnızlık biter mi bilmem/ Bir daha bu gönül sever mi bilmem/ Ziyan oldu gönlüm, ihaneti gördüm/ Benim buna ömrüm yeter mi bilmem” derken bir aşka yelken açmanın niyetinde olduğunu gösteriyor ama yaşadığı ihanetin de yaşadıklarından kaynaklanan acıların da tekrar etmesinden duyduğu endişelerini anlatıyordu. Yine aynı şarkıda gönlünün sultanını bulmak için Mevla’ya dua ettiğini itiraf ediyordu.

Aşk, insanların her durumda karşısına çıkıyordu; kim olursa olsun, ne olursa olsun, nerede olursa olsun… Erkal da insanların duygularını her haliyle dile getiriyordu. O yüzden de aşk konusunda halkın duygularının tercümanıydı. Arabesk müzikteki agresif tarz, onun şarkılarında yoktu. Ara ara sesini yükseltiyordu ama mahallenin kabadayı tipinin değil, delikanlı tipinin aşkını en mert ve en samimi şekliyle dile getiriyordu. Şarkıları duygusaldı, yakıcıydı ama yıkıcı değildi. Bu yüzden “Ya benimsin ya toprağın…” diyenlerin değil, “Sevdiğimizi alamazsak aldığımızı severiz.” diyenlerin gönüllerinde yer tutuyordu.

Anadolu’yu gezdiğinizde bu şekilde yaşanmış ve sessizce yüreğe gömülmüş milyonlarca aşk hikayesi görürsünüz. Hemen herkesin yüreğinde gizli bir yarası vardır ve her ne kadar unutulmaya çalışılsa da bazı vesilelerle bu yaranın kaşınması, hafifçe kanatılması yaranın sahibinin hoşuna gider. Erkal da aşkı o kadar derin ve o kadar farklı şekillerde yaşayıp yaşatıyordu ki ister istemez kitlesi genişliyordu. Bunu bildiği için vites düşürmüyordu. Herkesin ruhuna bir şekilde ulaşmayı biliyor, onlara şarkılarıyla yol gösteriyordu.

Aşk acısını çekip de vuslatı yaşayamayan insanlara ölümü değil yaşamayı yol olarak gösteriyordu. Erkal, inançlı bir insandı, maneviyatı güçlüydü. Dolayısıyla dinleyicisine yanlışı gösterip onları günaha sokamaz, vebale giremezdi. Hayat devam ediyordu ve kaderde yazılı olanı görmek gerekiyordu. Ne olduysa öyle kalmalı, hatalardan ders alınarak geleceğe yönelmek en doğrusuydu. O da bu duyguları yaşayan hayranlarına yol gösteriyordu.

Aşk acısı çekenlere güzel bir reçete yazıyordu “Sabır” isimli şarkısında. Secde ettiği Allah’ından başta kendisi olmak üzere deli gibi sevenlere, çıkmaza girenlere, zalime düşenlere sabır vermesini diliyordu.

Bu kasetinde bir dönüşüm de dikkat çekmekteydi. Zira aşk acısı, dost ihaneti, sitem ne kadar çok olsa da aşk konusunda bir hareketlilik de sezilmekteydi. Bir kasetin içinde yeni bir aşkın işareti olacak dört şarkının bulunması “Bu gönül bir daha sever mi bilmem?” sorusunun cevabı gibiydi.

Aşk Bebeğim” isimli şarkısında her gün görmeye çalıştığı, göremediği gün sıkıntısını çektiği bir sevgiliye hitap ediyordu. Aynı aşk durumunu “Sevin Gönül” isimli şarkısında görüyorduk. Kendisini saran aşk havasını bahara bağlasa da gerçek sebebin o olmadığını biliyordu. Kendisindeki hâli çözmeye çalışan Erkal, sebebi “Seviyorum mu Ne?” isimli şarkısında veriyordu. Yüzüne bakınca mahcup olup kızarmasından kıskanmasına, hep özlemesinden ağlamasına kadar kendini gözden geçiriyor ve teşhisi koyuyordu. Aradığı aşkı bulmuştu sanki. Bu durumu sonunu Karadeniz ağzıyla söylediği “Yazılıyorum Sana” isimli şarkısında daha açık görüyorduk. İlanıaşk ettiği bu şarkıda Karadeniz ağzı kullanmasının bir hikmeti vardı belki de.

Erkal saf ve masum Anadolu çocuğuydu. Ne kadar meşhur olsa da özünü korumayı bilmişti. “Tut Nefesini” isimli şarkısıyla artık duygularından emindi. Sevgiliye aşkını açıkça söyleyecekti ama söyleyeceği sözün kendisi ve yetiştiği kültür açısından ne kadar ağır, anlamlı ve değerli olduğunun altını özellikle çiziyordu: Bu kelime bizim oralarda kolay söylenmez, kutsaldır.

Bu sözün üzerine de aşkını ilan ediyordu. Erkal sanatçıydı ve sanatçılara özgü sezgilerini kullanıyor, özel hayatındaki hareketlilikleri ve beklentileri yaşanmadan önce hissedip şarkılarla dile getiriyordu.

1999 yılında Erkal’ın yaşadığı binaya bir aile taşınmıştı. Bu ailenin güzel bir kızı vardı. Komşuluk yaptıkları için kız, sık sık Erkal’ın evine gidip gelmekteydi. Erkal’ın annesi Hatice Hanım, oğluna “artık evlenmesi gerektiğini” telkin ederken Erkal da annesine o kızı soruyordu. Annesinden “Yanına yakışır.” cevabını alınca dualarının kabul olduğunu anlıyordu. Aslen Trabzonlu olan kız, Karadeniz ağzıyla söylenen sözlerin hikmeti olabilir miydi? Bizim dadaşın gönlü, aradığı sultanı bulmuş muydu ne?

2001 yılında yaptığı “Su Gibi” isimli kasetinde bir gidiş geliş kendini gösteriyordu. Komşusunun kızını seviyordu ama henüz açılmamıştı. Platonikliğin bilmediği kısmını yaşıyordu. Gâh yaklaşıyordu, gâh uzaklaşıyordu. Uzaklaştığı zamanlarda sevgiliyi uzun bir yolculuğa çıkarıp hasretini çekiyordu, vuslat için yakarışlara başlıyordu. Yaklaştığı zamanlarda kavuşuyor, evlenip çocuk sahibi oluyordu. Bunu da iki şarkısında bariz şekilde gösteriyordu:

Evleniyorum” isimli şarkısında müjdeyi herkese veriyordu.

Balam” isimli şarkısıyla da evlilikten beklentisini dile getiriyordu. Erkal güzel bir yuvanın hayalini kuruyordu, belki de yaptığı işten ötürü oluşabilecek engelleri bertaraf edebilmek için asıl niyetini, baba olma hayalini anlattığı bu şarkıyla dile getirecekti.

2002 yılında çıkardığı “Aşkname” albümündeki “Sevme” isimli şarkıda yine bir ayrılığı anlatıyordu. Uzaklaşma anını anlattığı “Aşkından Yanayım mı?” isimli şarkısını destekler nitelikte bir şarkı daha yazmıştı. Kendisinden uzaklaşan sevgilinin başkasıyla olma ihtimalini en derin şekilde anlatan bu şarkı sevip de kavuşamayanların sevdiklerine duygularını anlatan en güzel mektuplardan biri olmuştu. Erkal’ın gelgitleri, anlaşılan bu şarkının yazıldığı zamanda devam ediyordu. Oysa artık bu kasette önceki sevgiliye son mektup yazılmıştı: Unutulurmuş, sen bile!

Bu şarkı diğer şarkıların çoğunu tamamlıyordu: Sabır isimli şarkısında istediği sabra vurgu yaparken “Aşkı veren Allah, sabrı da veriyormuş.” diyordu. “Unutmadım seni, unutmayacağım” demişti ama unutabileceğini gösteriyordu. Deli gönlünün yeni aşkla avutulabildiğini söylüyordu. Sevgilinin yokluğunda olması beklenen olağanüstü olayların olmadığını, hayatın devam ettiğini söylüyordu.

2002 yılının Ocak ayı, eşi Filiz Hanım ile yollarını birleştirme kararı aldıkları dönemdi. Şarkılar sanki hedefine ulaşmıştı. Erkal aradığı aşkı bulmuş ve evliliğe doğru yola çıkmıştı. Bir dönüşüm gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu zamana kadar biraz empati kurup hayalinde yaşattığı, biraz eşinden dostundan dinleyip kendini onların yerlerine koyarak oluşturduğu sevgiliyi sahneden çekip gerçek sevgiliyi sanatının merkezine yerleştiriyordu.

Erkal eski şarkılarında anlattığı sevgiliyi o kadar özümsemiş ve o kadar canlı yaşatmıştı ki kurguladığı sevgiliyle vedalaşmayı bile ihmal etmiyordu. Ona iki çift sözü vardı ve onu söylüyordu. Bu şarkıyla eski dosyayı kapatıp gerçek dosyayı açıyordu. Artık yazdığı şarkılar gözlemlerin, duyulan hikayelerin, kurulan empatilerin değil hissedilen duyguların ve yaşanan aşkın ürünü olacaktı.

Eski şarkılarında aşk konusunda çok deneyimli gibi görünüp duyguları her ne kadar derin anlatsa da aslında bu konuda çok deneyimsiz olduğu Filiz Hanım’la yollarının kesiştiği dönemdeki şarkılarında yaşadığı gelgitlerden ve onun duygularına yansıyan acemiliğinden anlaşılıyordu.

Kadınlar malum eşlerini merak ederler. Hele bir de çok severlerse daha çok merak eder, sorular sorar, kıskançlıklar yapar hatta bazen hafiyeliklere soyunurlar. Erkal’ın değerli eşi Filiz Hanım da şarkıları merak etmiş olacak ki merhuma şarkılarını kime yazdığını sormuş. Erkal da özel birine yazmadığını; çiçeğe, böceğe yazdığını söylemiş. Sadece bir şarkısını bir isme hitaben yazmış: Ömrüm. Şarkının adresi, sahibi Filiz Hanım’dır. En azından Filiz Hanım olayı öyle biliyordu. Biz aynı kanaatte değiliz. Yukarıda da anlattığımız gibi, Filiz Hanım Erkal’ın karşısına çıktığı andan beri aslında mektuplarının sahibi olmayı başarmıştı ama bunu eşinden duyamamıştı. Ne de olsa bu kelime bizim buralarda kolay söylenmiyordu, kutsaldı…

Dipnot: Erkal, bir gönül adamıydı. Onun hakkında ne haberler, ne iddialar ortaya atılmıştı… O, hiçbirine kulak asmayıp doğru bildiği yolda şanına yakışır şekilde yürümüştü. Aşkı mektup yapıp şarkı şarkı postalarken o kadar başarılı oldu ki insanlar tıpkı yazımızın başında anlattığımız hikâyelerdeki gibi ona yakıştırmalar yaptı. Kim, aşkı hangi olayla yaşıyorsa zarfına ona göre yazılmış şarkıyı bulup koyuyordu. Sevgilerini, çaresizliklerini, özlemlerini, yakarışlarını, pişmanlıklarını… onun diliyle anlatıyorlardı.

Erkal’ı sadece bir sanatçı olarak almak da yanlış olur. O, sosyal sorumluluklarının da farkındaydı. Toprağını hiç unutmamıştı. “Erzurum’a Gel” isimli şarkısıyla ve o şarkıya çektiği kliple sanatçıları şehrine getirmiş, şehrinin tanıtımı için elinden geleni her zaman yapmaya çalışmıştı. Erzurum’u tanıtmak için 2000 yılında çıkardığı “De Get Yalan Dünya” isimli kasetinden itibaren her kasetinde bir hatta bazı kasetlerinde iki Erzurum türküsü koyuyordu.

Erzurum ile ilgili her ne olursa elini değil başta yüreğini, sonra başını taşın altına hiç düşünmeden koyuyordu. Onun bu tavrı birilerini rahatsız etti. Bazı engellemelerle karşılaştı. En sonunda Erzurumlulara bir mektup yazdı: Erzurum Uzak Şehir

Bu mektupta haramilere gönderme yapıyor, yasaklarla boğuşan kendisinin isyanını dile getirirken kendisi gibi şehrine hizmet etmeye çalıştığı için engellenenlerin sesi oluyordu.

Ömer Faruk KIZILKAYA

Share this content:

ERZURUMLULAR