Tasavvuf ve Dadaş
Tasavvuf ve Dadaş
Dadaş kelimesi değişik şahıslarca farklı anlamlara gelecek şekilde yorumlanmıştır. Kimine göre; mert, cesur, özü sözü doğru, zalimin karşısında, mazlumun yanında olan, merhametli ve yiğit insanı temsil eder. Kimilerine göre de tüm erdemleri kendisinde toplamış mükemmel bir insandır. Seydi Ali Reis, Mir’âtu’l-Memâlik(1554) adlı seyahatnamesinde dadaştan güzellikle bahseder. Evliya Çelebi’de ünlü Seyahatnamesinde “Erzurumluların hepsi yumuşak huylu, uysal, zeki ve anlayışlı adamlardır.” diye tanımlar. Adeta Siyamı Dede’nin şahsında dadaşın tarifini yapar. “Siyamı Dede cellât elinden birkaç suçsuzu kurtarıp ertesi gün gerçek suçluları bularak tahta kılıcıyla vurup öldürmüştü. Bu zatın bir kolu inmeli, külahlı olup nice kerametleri vardır.” der.
Cihan Aktaş “Sınıra Yakın” romanında, Azerbaycan Tebriz’de dadaş kelimesinin günümüzde de kardeş manasında kullanılan bir hitap olduğunu belirtir.
Dadaşlık, müstesna şahsiyetlerde görülen; “efendilik” gibi fıtrî bir ruh asaletidir. Bu düşünceden baktığımızda tarihî bir gayeye sahip olan dadaş, İslâm’la tanışmadan önceki Alp insan tipinin, İslam’ la tanıştıktan, Fütüvvet değerleriyle donandıktan sonra Alperen kimliğine büründüğünü görürüz. İbn-i Batuta 1331’de Erzurum’a uğradığı zaman Ahi Toman babanın tekkesinde konaklar. İbn-i Batuta, seyahatnamesinde “Bu şahıs pek yaşlı olup 130 yaşını aştığı söylendiği halde hâlâ bir değneğe dayanarak yürümekte, hafızası yerinde durmakta, beş vakit namazını kılmakta idi. Yemekte bize şahsen hizmette bulundu. İkinci gün yola çıkmak istediğimizde ise bize gücenerek gitmemize razı olmadı. Onu gücendirmemek için üç gün kaldık.” der.
Zaten Ahilikte bünyesinde tasavvufu barındıran bir esnaf örgütlenmesidir. Erzurum’a uğrayan bütün seyyahların yegâne ortak görüşü, bu şehirde tasavvufî bir hayatın hüküm sürdüğüne dairdir. Tasavvuf, İslâm’ın ahlakî yönüdür. Peygamberimiz; “Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuş, biz Müslümanlara güzel ahlakı gaye edinmemizi tembihlemişti.
Tasavvuf; Orta Asya’da Ahmet Yesevi’yle başlayan, Hasanı Harakani ile serpilip gelişen, Erzurum’da Muhammet Lütfi Efe ile abideleşen irfan hareketinin günümüze kadar ulaşmış şeklidir.
Bu harekette gençlerde yiğitlik; daha ileri yaş gruplarında ise erenlik ön plandadır. Ermeni zulmü karşısında Yavi’den atlı birliklerle Erzurum’a gelen Muhammet Lütfi Efe’nin kıyamı bize, vatan söz konusu olunca eren yanı gelişmiş olanların bile nasıl yiğitçe savaştıklarını göstermesi bakımından önemlidir.
Osmanlı-Rus harbinde Erzurum halkı Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya bir heyet göndererek “Bizler vatanımızın muhafazası uğrunda kanımızı, canımızı hatta evladı ayalimizi fedaya hazırız. Bunun aksine memleket namusuna dokunacak her hareketin şiddetle cezalandırılmasını istiyoruz.” Der ve bu sözün gereğini yerine getirerek, Aziziye Tabyası’nda halktan binlerce şehit verirler.
Erzurum’da toplumsal hayatı tasavvuf mayalamıştır. Geçmişte günümüzden daha yoğun tasavvuftan beslenen hayat adeta Erzurum’u İslâm’ın ilk yıllarındaki Medine şehrinin ikizi yapmıştı. Eski Erzurum’da her mahallede bir dergâh mevcuttur. Bugün, her yüz metrede bir Fatiha okuduğumuz, Allah dostlarının mezarları bize bu şehirde mazideki tasavvufi hayatın kesafetini hatırlatır.
Zaten Erzurum denince aklımıza gelen dadaş, içimizde güven oluşturan insan tipini muştular. Erzurum’un, geçmişteki ve günümüzdeki manevi önderlerinin beslendikleri kaynak irdelendiğinde bunun tasavvuf olduğu görülür. Bu kaynaktan beslenmeyenlerin mutlaka ülkeye ve şehre zararlarının dokunduğu müşahede edilmiştir.
Erzurum’da manevi önderlerden bir kaçına rastlamış ve onlarla sohbet etmiş olmanın bahtiyarlığına nail olanlarındanım. Hasan Baba, Muhammet Baba, Mevlüt Baba, Yumurtacı Vahit Dede, Tayyar Baba, Dursun Kalfa ve Rasim Baba bunlardan sadece bir kaçı… Burada adını andıklarımın hiç birisi şuan hayatta değil.
Vahit Dede Şehrin sokaklarında küfelerde yumurta satardı. O sokaktan geçerken bizim oyunumuz kendiliğinden dururdu. Çarpık ayaklarıyla taşıdığı küfelerdeki yumurtaları kırılmasın isterdik. Yanakları al, nurlu siması, uzun boylu ve beyaz sakallıydı. Mütebessim çehresi ile yumurta sepetinden çıkardığı yumurtaları içimizden zayıf ve çelimsiz olanlarımıza verir: “Sen iyi koşamıyorsun. Al şu yumurtayı eve götür anan pişirsin sen de ye, güçsüz kalmışsın; topa kuvvetlice vuramayışından belli.” derdi. Geçimi kaynağı olan yumurtalardan bizlere para almadan güler yüzle vermesi erdemin zirvesi olsa gerek.
Bayramlarda analarımızın suböreği yapmakta kullanacağı yumurtaları almak için Vaniefendi Mahallesi’ndeki evine giderdik. Mücevhercilerin taktığına benzer bir dürbünle yumurtaları bir bir üşenmeden incelerdi. En tazelerinden ve bozulmamışlarından bize verirdi. Böylelikle Alvarlı Muhammet Lütfi Efe Hz.nin “satanda alanı, alanda satanı gözet” sözünün ne demek olduğunu anlardık.
Yıllar sonra çocuk kalbimizle dedemiz gördüğümüz bu insanın madden fakir, gönlü zengin; Uşşak-i şeyhi olduğunu öğrendik.
Tayyar Baba Mumcu Caddesi’ndeki Aydın Elektrik’e sıkça uğrardı. Orada dükkân sahipleriyle sohbet ederlerdi. Ben de onları dikkatlice dinlerdim. Sohbetinin birinde bir adamı nasıl kovduğundan bahsetti. Çok şaşırmıştım. Pür dikkat dinlemeye koyuldum. Böyle bir insan nasıl kovucu olurdu? Başladı anlatmaya:
“Mayısın şırşırlarında baktım evin damı akıtıyor. Damı aktarsın diye bir usta tuttum. Onunla parada anlaştık. Pazarlığı bir iki günlük iş diye yapmıştım. Baktım, işe başlamasının üzerinden on gün geçti. Adam namaz vakitleri hariç durmadan çalışıyor. Onca yağmura rağmen eve bir damla su akmıyor. Usta o yağmurlarda durmadan çalışıyor. Ona daha ne kadar sürecek bu iş dedim. Beş günlük işinin kaldığını söyledi. Artık yeter, bu akşam alet ve edevatını topla evine git. Çoluk çocuğunla biraz vakit geçir, dedim. İşin kâmilen bitmesi için beş gün daha çalışması gerektiğini söyledi. Gitmesi hususunda ben ısrar edince; bir miktar parayı cebinden çıkardı, kalan günlerin ücreti, iade etmeliyim, dedi. Öpülesi nasırlı elindeki parayı bana uzattı. Helal ettiğimi, parayı cebine koymasını söyledim. Bu kez usta olan benim! Siz bu işten anlamazsınız. Buna rağmen gideyim mi? Sinirli bir şekilde git! Hakkım varsa helal ettim, dedim. Adam, gönlüm razı olmasa da seni kırmamak için gidiyorum. Damınız akarsa ücretsiz yapacağımı bilmenizi isterim, dedi ve gitti. Ben ömrü hayatımda onun kadar dürüst birini görmedim. Herkes kendi çıkarını düşünürken o müşterisinin çıkarını düşünüyordu. Manen uyanık biriydi. Gıyabında ellerimi açtım, ona öyle dua ettim ki…”
Hasan Baba’ya şehirdeki herkes saygı duyardı. Anam birkaç kez kendine vekâleten elini öpmemi bana tembihlemişti. Ben de tereddüt etmeden anama vekâleten öpmüştüm. Anamın ölümünden sonra Hasan Babaya ilk rastlayışımdı. Çocukluğun vermiş olduğu hoyratlıkla anam olsa git, benim adıma Hasan Baba’nın elini öp derdi, dedim. O esnada bir yandan da tezgâha yeni aldığım elmaları diziyordum. Hasan Baba uzaktan geçiyordu. İçimden nedense acaba dedikleri gibi evliya mı? diye geçirdim. Tabi ki içimden geçirdiklerimi bir insan kulağının duyması mümkün değildi. Başımı kaldırdığımda karşı kaldırımda yürüyen Hasan Baba’nın bana doğru döndüğünü gördüm. Zaten benden başka da kimse yoktu. Asasına yaslandı: “ Evlat, bak bakalım! O dediğin halden bende var mı?” dedi. Mahcup oldum, koştum elini öptüm. O andan itibaren İbrahim Hakkı Hz.nin tavsiyesine ram oldum. Hiçbir harabat ehline hor bakmadım.
Muhammet Baba Köşk Mahallesi’ndeki karpuz tezgâhımın başına sabah namazına doğru gelirdi. Namazdan sonra çayını yudumlarken her zamanki tatlı sohbetlerinden birini daha yapardı. Bu sohbetlerinin birisinde bana; “Evlat ben seksen altı yaşındayım. Maneviyat adına hala işim bitmedi. İnsan nefsini eşek edip sırtına binse, dünyayı ayağının altına alıp çiğnese onun marifet adına işi bitmemiştir.” diyen sözleri ilk günkü sıcaklığı ile kulaklarımda duruyor.
Mevlüt Babayla tanışmam, tanımadığım hastaları mutat ziyaretlerim esnasında oldu. Bir hafta sonu aldığım çikolatayı, bu kez hastaların en nurlusuna vermek düşüncesi ile SSK (Palandöken)Hastanesi’ne gitmiştim. O oda senin bu oda benim derken, bir odada aradığım hastayı bulmuştum. Meğer aradığım nurlu hasta Mevlüt Baba imiş. Kendisini ziyaretime ziyadesiyle sevindi. Bana hayır duada bulundu. Maddi dünyada atasının maneviyatından nemalanarak; dünyalık makam, şan şöhret elde etmenin kötülüğünden bahsetti. “Üstünlüğün nesepte değil, edepte olduğunu” Hadisi şerifle açıkladı. Böyle şeylere tevessül etmediğim için şahsımı tebrik etti. Ziyaretim bitince elini öptüm, hastaneden ayrıldım.
Rasim Babayı ise Gavurboğan mahallesinde oturan teyzemlere giderken Kırmacı Mahallesindeki evinin önündeki bir taşın üzerinde çoğunlukla otururken bulmuşumdur. O çocuk yüreğimle nedense kendisini her gördüğümde içimden bir Fatiha üç İhlâs okumak gelirdi. Rasim Baba’nın azametinin ağırlığından ancak yanından Fatiha ve İhlâsları okuyarak geçebiliyordum. O da bunu biliyor olmalı ki; beni “Ya Hay” esmasıyla uğurlardı.
Dursun Kalfa’ya çoğu zaman camii çıkışlarında rastlardım. Şık ve temiz giyimli kibar bir insandı. Onun “Nasılsın evlat?” sözündeki içtenlikle bir hoş olurdum.
Gönül erlerine, “İnsanların ruhlarının derinliklerine gözlerinden bakan adamlar.” derdim. Anadolu’nun zenginliklerinden olan bu zatlardan çok şeyler öğrendik, hepsinden Mevla razı olsun. Hiç bir şey olmasa bile, sevgiyi esas alan bir öğretiden bu zatlar sayesinde haberdar olduk. Sevgiden büyük korkunun olmadığını, asıl sevilenden korkulacağını böylece öğrenmiş olduk.
Reşat ÇOŞKUN