ERZURUM… AH ERZURUM…

ERZURUM… AH ERZURUM…

İsmail BİNGÖL
İsmail BİNGÖL

Çocukluk zamanlarımda şehir benim için koskocaman ve renkli bir yerdi. Hiç canım sıkılmazdı ve her bir köşesinde dolaşmanın ayrı bir lezzeti, ayrı bir ilginçliği vardı. O günün Türkiye’sinde şehir olarak ilk sıralarda yer alan Anadolu’nun karı, kışı ve soğuğuyla ünlü şehri, benim için çarşılarında, pazarlarında, sokaklarında, mahallelerinde kaybolacak derecede bir büyüklüğe sahipti. Yani etrafıma o günkü nazar etme seviyemle bu böyleydi. Hatta dört-beş yaşlarında, yani henüz okula gitmediğim çağlarda, birkaç kere kaybolduğumu ve bu sebepten ağladığımı da hayal meyal hatırlarım. Neyse ki o zamanlar, şehirler bu kadar korkulacak ve insanın yüreğini bu kadar daraltacak bir atmosfere sahip değildi. Sokak ve mahalle kültürü hala yaşıyor ve size yardım etmek isteyen insanlara meramınızı çat pat da olsa anlatabiliyordunuz. Şimdilerde olduğu gibi, “Aman evladım, yabancılardan uzak dur” tembihatı bu kadar başını alıp yürümemişti. Benim bu kaybolmalarım sırasında ağladığımı gören abiler, amcalar, teyzeler elimden tutarak, oturduğumuz sokağın başına kadar getirir, eve girinceye kadar da oradan ayrılmazlardı. Belki günümüzde de kalplerinde iyilik ağacının yeşermesine ve büyümesine izin veren güzel insanlar mutlaka vardır. Ama biz millet olarak, o ağacın gölgesinden yararlanmak hususundaki güvenimizin büyük bir bölümünü yitirmiş durumdayız ne yazık ki.
Tarihçilerin bildirdiğine göre, Anadolu’nun geçiş noktalarında kurulmuş, çoğu kişinin, soğuğu ve yılın büyük bölümünde kalkmayan karıyla hatırladığı Erzurum, 1520 yılında geçmiş Osmanlı hâkimiyetine… Fakat bir gerçek var ki o da şehrin, Türklüğe mekân olmasının başlangıç yılının daha önceki asırlara uzanıyor olması… Bir başka gerçek de, gücünü, hâkimiyeti altına girdiği bütün Türk devletlerinin gücüyle birleştirmesi ve güçlerine güç katarak, onları yüceltip büyütmesidir. Hiçbir zaman kendiliğinden teslim olmadığı gibi, kahramanlığına boyun eğdiklerini de, sırtından hançerlememiş, ihanet tuzakları kurarak adını haine çıkarmamış. Onun içindir ki, mertliğiyle, yiğitliğiyle dolaşıp durur olmuş dillerde… Hep bu yönüyle yer etmiş gönüllerde… Zalimleri hiçbir zaman barındırmamış, toprağında… sinesinde…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın cümleleriyle; “Şehirler ruhlarımızı yansıtırlar. Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.” Şehirlerin, cedlerimizden devraldığımız o ruh yapısını gelecekte de yansıtmasını istiyorsak, tarihî mirasımıza sahip çıkmalı ve bu ruha uygun şehirler inşa etmeliyiz.
Şehirlerimizi, şehir kültürümüzü, şehre dair yaşanmışlıklarımızı bugüne bakarak değerlendirmek, yani geçmişi, geçmişte yaşananları bir kenara bırakarak değerlendirmek, herhalde sağlıklı bir değerlendirme olmaz, olamaz. Olaylara ve insanlara, bütün bunlara dair yapıp etmelere yalnızca bir “mühendis” gözüyle bakmanın şehirlerimizi ne hale getirdiğinin artık birçok kişi farkındadır. Burada acele yapılması lazım gelen-kim dinlerse artık, dinlemeseler de biz düşündüğümüzü ve bizi rahatsız edeni, dert ettiğimizi yazalım da-şehir kültürünü bu hale getirenlerin, şehrin sadece bir binalar topluluğundan mürekkep bir yer olduğunu sananların ellerine şehrin teslim edilmemesi gerekir. Çünkü onlar için şehir ve hatta bütün bir vatan toprağı, yalnızca çıkar sağlanacak bir nesne olarak görülür. İşte en kısa zamanda şehri bu çevrelerin elinden kurtarmak, “onu aynı zamanda bir özne yapmak için buna mecburuz”.
Anadolu’daki Türk-İslâm sanatının seçkin örnekleri olan eserlerden basit Türk evine kadar ki bütün bu mekânlara dünya görüşünü, kimliğini ve kültürünün zenginliğini yerleştirmeye çalışmış kişilerin torunlarının, kargaşanın, kaosun ve gerginliğin adeta tavan yaptığı günümüz şehirlerini nasıl kurabildiklerinin şerh edilmesi zor ve yaralayıcıdır. Öyle ki, geçmişin dünyasında kurduğu şehirleri daha çok suları, ağaçları, kendine has mimarisi ve insani vasıflarıyla öne çıkaran bir milletin, bugün imar kanunlarında kısa süreli boşluklar yaratarak şehri mahvetmesinin açıklaması, paraya olan tamah ve kendini o şehre, o ülkeye karşı sorumsuz, sevgisiz ve ilgisiz hissetmesidir.
Zira gerek bir insan ve gerekse bir millet, geçmişten kendisine ulaşanlara karşı sorumluluk hissetmeden, onları benimseyip sevmeden, onlara hak ettikleri ilgiyi göstermeden nasıl yeni bir kültür meydana getirebilir ki?                                     

Share this content:

Erzurum Tanımları