Dünyaya gözlerini açtığı ekim ayının özelliklerinde bir huyu ve yapısı vardı. Biraz sıcakkanlı biraz sert biraz romantik biraz da dalgındı. Hazan mevsimi gibiydi yani. Gazel olup süzülen bir yaprağın şairlerde şiirsel duygulara neden olması gibiydi alperenin ekim ayında dünyaya gözlerini açması. Bu hallerden olsa gerek Erzurum havasına yatkınlığı. Çünkü Erzurum’da böyle değil mi insanı sıcakkanlı, rahatlatıcı, samimi; havası sert, romantik ve duygusal. Memleketinde ve karakterinde bir paralellik olduğundan dolayı Alperenin ruhunda, şehrinin simgelerinden biri olan Palandöken’in de ayrı bir yeri olacaktı ilerleyen yaşlarında. Karlı ve sisli tepesine bakıp kendini bulacaktı adeta. Hele hele ki canı sıkkın olduğu zamanlarda palandökenin tepesine kurulan uydu vericisinin geceleyin bir seher yıldızı gibi hiç sönmeyen ışıklarına dalıp onunla konuşurcasına dertleşmesi. Belki her gece. Olmasa da her gece kesin birkaç gece.
Birazda meraklıydı tabi. Annesinin anlatımıyla küçükken bozulan oyuncaklarını alıp kurcalar, sistemini çözmeye çalışır, sorar, öğrenir ve incelerdi. Okumaya çıkmamıştı daha ama eline geçen yazılı ne varsa arşivleyip “bir gün okumayı öğreneceğim ve bunlarda ne yazıyor okuyacağım” derdi. İşte böyle de bir merak.
Malum kış geceleri uzun. Erzurum’da kış geceleri samimi ve deruni bir sohbet havasında geçerdi. Gerek şehir kültüründe çok büyük öneme sahip olan ve şehrin albenisine de hizmet eden kıtlama şekerle içilen çay eşliğinde yapılan dostane sohbetler gerekse taşrada köy odalarında ak saçlı büyüklerin dertli yaşam sahifelerinden anlatılan tarih kokulu gerçekler.
İşte bu ikinci nimete daha bir yakındı Alperen. Çünkü köydeydi. Şehre on beş kilometre uzaklıkta olan Kümbet Köyü’nde yaşıyordu. Ve köyünde bu şekilde ak saçlı büyüklerinde olduğu birçok oturma odası vardı. Bu odalarda dedesi babası amcası savaş görmüş cephede savaşmış büyüklerin olduğu, çocukluk ve gençlik yıllarında Erzurum Kongresi’ni yaşamış beli bükük yaşlılar vardı. Bu beli bükük saçı sakalı aklara bürünmüş tarih ve yaşam ansiklopedisi gibi olan nur yüzlü dedeler; çocukları eğittiği, gençleri olgunlaştırdığı kısacası kişiyi Erzurum kültürüyle yoğurup dadaşlık nişanesi kazandırdıkları bir eğitmenlerdi. Seferberlik yıllarını iliklerine kadar yaşayan bu yaşlı çınarlar varlığı da yokluğu da bildiklerinden hayatın her iki yüzüyle tanışmışlardı. Bir tecrübe abidesiydiler. Toprağın, tarihin, erliğin ve erenliğin harmanladığı birer beydiler efendiydiler. Belki o kadar zengin değildiler ama olgun ve dolgun şahsiyetleriyle kendilerine bey dedirtmesini bilmişlerdi. Dadaşlardı. Hem de hakikisinden. Küçüğü eğitir, büyüğe yol yordam gösterirlerdi. Mahreme sahip çıkar, yetimi öksüzü koruyup kollarlardı. Evsiz barksızı misafir eder, yoksulu giydirip doyururlardı. En önemlisi ve dikkat çekicisi sol göğüs üzerinde Türk Bayrağı nakışlı dadaş elbiseli giyip “vatan sevgisi kalbimizdedir” der gibi duruşlu ve vakarlıydılar. Belki dini bilgileri derin değildi ama takvalı ve zikirliydiler.
Alperenin dedesi Hacı İshak beyde bu aksakallı büyüklerden birisiydi. Babasını tifo salgınında kaybettiğinden ve evin de büyük oğlu olduğundan hane reisliği kendisine geçmişti. Seferberlik yılları ve kıtlık zamanıydı. Şehre gidip birkaç çuval un alabilmekti muradı. Şehre gitmiş ve bir hareketliliğin olduğunu sezmişti. Nedir ne değildir sorunca Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’da olduğunu ve Erzurum Kongresi’ni gerçekleştirdiğini öğrenmişti. Alperen bunu hacı dedesinden dinlediği zaman daha beş yaşında ve okumayı da bilmiyordu. Ama meraklı ve araştırmacı yapısıyla bu tür meselelere yoğunlaşıyor ve öğrenmek istiyordu. “Nasıl etsem ne yapsam da hacı dedemden bu tür meseleleri uzun uzun dinleyebilseydim” diye çocukça planlar yaparken babası Nail efendinin sesiyle irkildi: “hadi kalk oturma odasına gidelim.”
Bir imdat gibiydi babası Nail efendinin Alperene bu teklifi. İkiletmeden gocuğunu giyip “hadi gidelim” dedi. Tabi ki de gidecekti. Uzun kış gecelerinin vazgeçilmez misafirlikleri başlamıştı. Ve o akşamda Alperenlere misafir gelmişti. Kış geceleri uzun olduğundan bayanlar komşularla bir araya gelip hoş vakit geçirirlerdi. Erkekler ise oturma odalarında otururlardı. Evde tek odada yanan tezek sobası etrafında yaramazlık yapan çocuklardan bir lahza kurtulmak için çocukların oturma odalarına götürülme işine anneler daha da bir sevinmekteydiler.
O akşam Alperen ilk defa bir oturma odasına gitmişti. Bu oturma odası ise hemen yan komşuları olan ve köyünde en yaşlısı olan Hacı Cemil beyin odasıydı. Beş yaşında ve heyecanlıydı da Alperen. İlk defa gidiyor ve neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Odanın kapısı önüne kadar babası Nail efendinin elini tutarak gelen küçük Alperen içeri girmeden kapı önünde babasının elini bıraktı ve babasının peşine odaya girdi. İçeri girer girmez Alperenin dikkatini ilk çeken başköşede ak saçlı dedelerden başlayıp sırasıyla yaşı büyükten küçüğe doğru olanların oturma şekliydi. Yaşı küçük olan kendisinden büyük olanın asla önüne geçmezdi. Bu bir hürmet ve odanın insanlara alıştırdığı adap şekliydi. Çünkü bir eğitim yuvasıydı oturma odası.
Alperende kendisine eşiğin dibinde anca bir yer bulabilmişti. Utanıyordu başını kaldırsın. Çocukça bir iki nazlanmadan sonra azar azar bakışlarını odadakilerin üzerinde gezdirirken birde ne görsün Hacı İshak dedesi başköşede Hacı Cemil dedenin yanı başında gelişine sevinen bir edayla oturmaktaydı. Belki o an belli edemese de Alperende çok sevinmişti. Çünkü hakikat kokan tarih sohbetlerini dinleyebilecekti dedesinden. Hacı Cemil dededen hatıralar, Hacı İshak dedesinden tarih ve Hacı Kazım dededen ahlak dersleri dinleyecekti. Ve dinledi de. En çok dikkatini çekenler arasında Hacı Cemil dedenin dersim isyanı hatıraları, Hacı İshak dedesinden ermeni mezalimi gerçekleri ve Hacı Kazım dededen de bir eğitim modeli olan uygulamalı eğitimleriydi.
Alperenin oturma odasına gittiği ilk akşamdı. Sohbetleri nefesini tutup kirpiklerini kırpmadan pürdikkat dinliyordu. Konuşan dedesi Hacı İshak beydi. Sohbet havası malayani şeylere kayınca odanın en büyüğü olan Hacı Cemil Bey milleti hemen susturup “hele anlat tarihten İshak dadaş” dedi. Ve böyle bir girişle anlatmaya başlamıştı Hacı İshak Bey Ermenilerin köyleri nasıl yaktığını ve imdada kavuşan deli Halit Paşa’yı. Herkes pürdikkat dinliyordu.
Konuşma bitmiş aksakallı büyüklerden Hacı Kazım Bey eşik dibinde dize çökmüş halde oturan küçük alperenden su istemişti. Alperende hemen “tamam” deyip bardağı su doldurup sallana sallana götürmüştü. Beğenmemişti Hacı Kazım dede alperenin bu şekilde bir su getirmesini. “Bak balam su bu şekilde getirilmez otur yerime göstereyim” dedi. Odada çıt çıkmıyordu. Ve herkes Alperenle Hacı Kazım beyin diyaloguna odaklanmıştı. Dikkat çekiciydi beş yaşında bir çocuk seksen yaşında ki dedenin yerine oturacak ve seksenlik çağındaki çınar süt dişleri daha dökülmemiş beşlik yaşında ki çocuğa su getirecekti. Alperen her ne kadar renkten renge girse de bu, odada ki büyüklerin adabı muaşeret kurallarını uygulamalı olarak öğretme yöntemiydi. Dedik ya başta bu odalar bir eğitim yuvasıydı diye. İşte böyle bir eğitimden geçiyordu Alperen daha ilk akşamında.
Mütevazı ve samimiydi Hacı Kazım Bey. Alpereni kendi yeri olan Hacı Cemil beyin yanına oturtmuş kendiside Alperenin yeri olan eşik kenarına geçmiş ve kendisinden su getirmesini istemişti. Tabi ağzını açamıyordu Alperen. Çünkü bunu hiç beklemiyordu. Derken Hacı Kazım dede istenilmiş gibi suyu büyük bir titizlikle doldurdu, bardağı parmakları üzerine koydu, önüne baka baka ağırbaşlı bir şekilde Alperenin önüne kadar getirip belini eğip suyu uzattı ve “buyur efendim” deyip suyu verdi. Bir iki adım geri çekilip el pençe durdu. Alperenin suyu içmesini bekledi. Bitirince ileri gelip tekrar belini büküp avuç içini açıp parmakları üzerine bardağı koymasını istedi ve sırtını dönmeden gelişi gibi ağırbaşlı bir şekilde geri geri gidip bardağı yerine koydu ve “balam senden bir daha kim su isterse aynen bu şekilde veresin tamam mı” dedi.
Bu bir eğitimdi. Hem kalıcı hem de zihinden silinmesine imkân olmayan bir eğitim. Oturma odalarında işte böyle bir eğitim öğretim havası vardı. Alperen o akşam birçok kazanımla eve dönmüştü. Başını yastığa koyduğu zaman zihninde Hacı İshak dedesinin anlattığı tarihi gerçekler, Hacı Cemil beyin yaşadığı anekdotlar, Hacı Kazım beyin eğitim modelleri, odanın hiyerarşik yapısı, vb gibi birçok kazanımlar alpereni mutlu etmekteydi. Adeta her akşamı iple çeker olmuş “acaba bugün ne öğreneceğim” derdine düşmüştü.
Öğreniyordu da Alperen. Dadaşlık ruhunu ilk defa orada sindire sindire yaşayarak öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü bu ‘dadaşlık yaşam tarzı’ bir gelenekten geleceğe inşa hareketiydi. Kitaplarda yazılanlarla öğrenilmeyen bir ahlaki müeyyideydi. Alpça ve Erence olan yaşam şekliydi. Alperende dadaşlığı iliklerine kadar yaşayan köyünün kadim büyüklerinden görerek öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü bu oturma odalarında ki eğitim ve öğretim küçük Alperen için, şimdilerde olup ta o zamanlar olmayan okul öncesi eğitim mahiyetindeki ana sınıfıydı.
Çok şey öğrenmişti küçük Alperen ana sınıfı olan o oturma odasında: İçeriye giriş çıkışları, bir büyükle nasıl konuşulacağını, nasıl hizmet edileceğini, hürmetin gerekliliğini, büyük küçük iletişimini, sorulunca nasıl cevap verileceğini; giyim, kuşam, bakım, oturuş, kalkış, yürüyüş gibi günlük yaşamla ilgili birçok ahlaki esasları, ilmihal seviyesinde dini bilgileri, vb gibi birçok meseleyi.
Samimi insanlardı her biri. Hayatı ve yaşamı genelde zor tarafından tanımış olanların hikâyeleriydi. İşte bu gerçek yaşam hikâyelerini görerek çok iyi okuyabildiği içindir ki dadaşlık mefkûresinin gelenekten geleceğe bir inşa hareketi olduğunu bilen nice küçük alperenler için, kadim medeniyetimizin yaşamı ve inşasında bu mefkûre, bir eğitim ve yaşam modeli olmaya devam edecekti.