Dadaşlık
Dadaşlık
Erzurum erkeklerinin genel olarak dadaş olarak adlandırıldığı malumdur. Aile büyükleri ve toplumda söz sahibi kişiler başta olmak üzere tüm erkeklere Dadaş denir.
Dadaş kelimesinin kökeni, anlamı ve içeriği ile ilgili, bir kısmı da Erzurum Sevdası dergisinde olmak üzere, çok sayıda makale, akademik yayın, kitap bölümü vardır. Bu sebeple bu kavramın ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak dadaş kelimesinin kökenine farklı bir etimolojik yaklaşımı belirtmekte fayda var:
Eskiden at sırtında savaşan Türk okçuları, kendilerine yöneltilen ok saldırılarını püskürtmek için sırtlarına hafif taştan ince yassı bir taş bağlıyorlardı. Zırh ağır olduğu için, at sırtında zırh kullanmak hareket kabiliyetini sınırlar, bu nedenle böyle bir teknik geliştirilmiştir. Sırta bağlanan bu taşa dal taşı (arka taş) deniyordu. Dilde söyleniş kolaylığı nedeniyle, zamanla azalan ünlü-ünsüzlerin kullanılması nedeniyle bu terim, günümüze ulaşan son haliyle dadaş biçimine dönüşmüştür. İlerleyen zamanlarda Erzurum ve civarında yaşayan insanlar, kendisine çok güvendikleri, asla ihanet etmeyeceklerine emin oldukları, sırtını endişe etmeden dayayabilecekleri, kendi canından ve kanından saydıkları insanları, dostlarını bu tabir ile tanımlamışlardır. Yani dadaş aslında güven, cesaret, yiğitlik ve cüretkarlığı ifade eden bir sıfattır.
Şimdi dadaşı dadaş yapan bazı hasletleri kısaca inceleyelim:
Cesaret
Dadaş, delicesine bir cesarete sahiptir. Erzurum uğradığı hiçbir düşman işgalinde Türk ordusunu yalnız bırakmamış, kadınıyla erkeği ile düşmana karşı durmuştur. Prof. Dr. Halit Dursunoğlu, Rıdvan Canım hocanın editörlüğünü yaptığı “Tarihin nabzını tutan şehir: Erzurum” kitabındaki “Meçhul Kahramanlar” adlı makalesinde, meçhul Erzurumluların, ancak masallarda rastlanabilecek kahramanlıklarını anlatmıştır. Bu cesaret sadece savaşlarda değil, hayatın her alanında kendini gösterir.
Erzurum’un medar-ı iftiharı olan Hüseyin Avni Ulaş, Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra İstiklâl mahkemesinde yargılanmaktadır. Pek çok kişiyi ağır şekilde mahkûm eden mahkeme kendisine beraat verir. Bunun üzerine ayağa fırlayan Hüseyin Avni Ulaş
“– Ne kadar namuslu adam varsa astınız, benim haysiyetimden şüpheniz mi var ki bana beraat veriyorsunuz.”
Der ve bu çıkışı ile ölümüne kadar gözetim altında yaşar.
O dönemde ne yazık ki şapka devriminden sonra çıkan isyan bahane edilerek çok sayıda masum idam edilmiştir. Ermeni komitacılara kan kusturan Kırbaşoğlu Fevzi Bey, Kullebi Akif Ağa, Şalçı Şöhret Kadın, Hacı Ali Galip Efendi bunlardan bir kaçıdır. Özellikle Hacı Ali Galip Efendi, isyana katılmak bir yana, valiliği taş yağmuruna tutan isyancılara engel olmaya çalışmıştır. Ancak yargılanma esnasında, savunmasında bu durumu ifade edince kendisine bir şapka verilerek “Al bunu başına tak seni serbest bırakalım” denilmiştir. Belki de normalde takmaktan çekinmeyeceği şapkayı, böyle bir ortamda yapılan teklifle başına geçirmeyi seciyesine uygun bulmadığı için reddetmiş ve bu davranışının sonucu olarak idam edilmiştir.
Haksızlıklara Direnme
Erzurum halkı tarih boyunca, moda tabirle diklenmemiş ama haksızlıklara karşı direnmiştir. İlk olarak 1590 yılında bozulan Yeniçeri ocağının haksız ve uygunsuz uygulamalarına karşı ayaklanmış, daha sonra Abaza Mehmet Paşa’nın yeniçerileri tenkiline yönelik hareketine tam destek vermiştir. 1890’daki Ermeni isyanında da dadaşlar devletini yalnız bırakmamış, ayaklanan Ermenilere gerekli dersi kendisi vermiştir. 1906 yılında ise ağır vergiler Erzurum halkını isyan ettirdi. Ancak bu başıbozuk bir isyan değildi. Ayaklanan halk yağmalama ve şiddete asla karışmamış, İstanbul’a gönderdiği telgraflarla şikayetçi olduğu Vali Nazım Paşa’nın görevden alınmasını ve vergilerin makul seviyeye çekilmesini istemiştir. Vali’nin uzlaşmaz tutumuna rağmen aylardır maaş alamayan askerler de bu ayaklanmada halkı desteklemiş ve halk istediğini almıştır.
Erzurum halkı cumhuriyet döneminde de şehirde anarşist örgütlenmeler asla müsaade etmemiştir. Bunun en bilinen örneği 70’li yılların başında yaşanmıştır (Bu olaya bizzat şahit olan Erdal Güzel, Erzurum’dan Güzel Hatıralar kitabında bu olaya değinmektedir) :
Marksist öğrenciler, ortada geçerli bir bahane olmamasına karşın, Havuzbaşı’nda Atatürk Anıtı’nın önünde toplanıp, ideolojileri doğrultusunda çeşitli sloganlar atarak bildiri okuduktan sonra, topluca üniversiteye yürüyorlar. Rektör Kemal Bıyıkoğlu, diyaloga kapalı, despot bir yönetici olmamasına karşın, protestocular konuşmayı değil, yakıp yıkmayı tercih ediyorlar. Hoca’nın makam odasını basıp, her tarafı tahrip ettikten sonra, rektörün koltuğunu dışarı çıkarıp ateşe veriyorlar. Maalesef polis dahil ilgililer bu güruha mâni olmada yetersiz kalıyor. Ancak dadaşlar hazır kıt’a beklemektedir. Olaylar şehir halkında büyük bir infiale yol açmıştır. Binlerce Erzurumlu o zamanın iletişim araçlarının zafiyetine rağmen çok kısa bir sürede organize olarak, sokağa çıkıp, soluğu doğruca üniversitede alıyor. Halkın şaka yapmadığını, bazı hocalar veya polis gibi kalkışmaya toleranslı bakmadığını anlayan sol örgütler geri adım atmak zorunda kalıyor. Bu ve benzeri olaylar canlı olarak göstermiştir ki dadaşlık Erzurum’da bir sınıf değil bu şehirde yaşayan herkesin ortak sıfatıdır.
Cömertlik
Dadaşta cömertlik, aynı sahabe döneminde olduğu gibi varını yoğunu verme şeklindedir. Erzurum’da cömertliğin kurumsal adresi ise hanedan adı verilen köklü ailelerdir. Bu aileler, şehrin fukarasını, yolcuları, askerleri yedirip içirip iaşelerini karşılamayı bir iyilik değil vazife olarak görürler. Rahmetli Sıtkı Aras Erzurum’da hanedanlık ve hizmet ruhu adlı eserinde hanedanlık kurumunu ve hizmetlerini geniş anlatmıştır.
Hanedaların cömertliğini ifade edebilmek için bir örneği anlatalım:
Kırım harbi sırasında Osman Paşa komutasındaki 1500 kişilik bir birlik Hasankale’den geçmektedir. Asker yaya, çıplak ve hepsinden önemlisi açtır. Şemo oğlu Mehmet Bey isimli bir hanedan Osman Paşa’yı “aş” içmeye davet eder. Paşa sofraya oturur, ancak sofra son derece mükelleftir. Pirinç pilavı ve bir tam kuzu vardır. Sofradan kalkmayı ev sahibinin nezaketine uygun bulmaz ama askerlerinin durumunu düşündükçe sofradakiler de boğazından gitmez. Durumu anlayan ev sahibi paşa’yı eratın sofrasını teftişe davet eder. Paşa hayretler görür ki her 8 askerin önünde kendi sofrasının aynısı vardır. Durumu İstanbul’a bildirir ve Sultan Abdülhamid Mehmet Bey’e bir takdirname gönderir.
Aşk
Dadaşta aşk sır kelimesiyle eş anlamlıdır. Aslında bu İslam medeniyetinin bir unsurudur. Aşk neden gizlidir? Neden ifşa edilmez? Bu İslâm alimlerinin, din sosyologlarının işidir, bunu bilemem, ama bu böyledir.
Gerek muhabbetullah ehli, gerekse ilâhi aşkın bir yansıması olan beşeri aşk bir yürek sırrı olarak saklanır, açığa çıkması istenmez ve hoş karşılanmaz. Divan edebiyatımızda ve Halk edebiyatımızda bu konuyla ilgili çok güzel eserler vardır. Kanuni Sultan Süleyman’ın:
Çün Muhibbî cur’a-i cam-ı lebünden oldu mest
Faş idüp esrar-ı aşkı âleme rüsvâ olur
beyti en sevdiğim örneklerden biridir. Dadaş aşkını kimseye, bazen sevdiğine bile söyleyemez. Dadaşlığın bazı unsurları zaman içinde aşınsa, bile bu durum günümüze kadar (z kuşağı hariç) devam etmiştir. Yakın bir akrabamızın eşinin kocasına; “Bu kadar yıldır evliyiz, bana hiç seni seviyorum demedin!” sözüne karşı; “Yav sevirıh işte” demesi hoş bir nükte olarak anlatılagelir.
Bir zamanlar “Kola Dadaş” adlı espritüel bir klipte dadaşın bu çekingenliği dile getirilmişti. Kola Dadaş içen genç sevdiği kızı adım adım takip etmekte ama sevdiği söylemeyi büyük bir zül saymaktadır. Muhterem Ağabeyim Şair Hüseyin Kotan’ın Ölirem şiiri de dadaşın gizli aşkını Erzurum ağzıyla çok güzel ifade etmektedir:
Tahtacılardan aşşaği gelirem
Düşinirem gara gara
Bir elim cebimde, öbüründe cigara
At arabasi gidir önümde.. Soğan yükli
Yer çelpeşik çamur
Köşeyi döndüm, O’ni gördüm
At arabasının önünden geçti
Bene bahdi
Off…Gözleri elâ, sanki yanir
Ele tikildim galdım, ağzım açıh
Herhal beni deli sanir
Durdum galdım, dizlerim titirir
.
.
.
Epey gettiler, bir fıhereye para verdiler
Neden sonra bir evden içeri girdiler
Ben galdım gapıde…
İçeri giremirem, ele üşirem ele üşirem
Ceryan diregine dayaniram
O ince yağmur…
Yağdi yağdi yağdi
Ben de direginen beraber paslandım…
Bu imkansız aşk dadaşı yemeden içmeden keser, sararır solar ama aşkını ne sevdiğine ne de başkasına açıklayamaz:
Ellerim cebimde, düşünirem gara gara
Heç düşmez oldi dodağımdan cigara
O gün oldi, bugün oldi hele düşünirem
Bu ne zor derdimiş
Oni görsem de, oni görmesem de ölirem
Erzurumun geçmişinde sırlı aşklarla ilgili hikâyelerden biri, belki de en açıklısı olarak Kân köylü Mahmut Bey’le eşi Zühre Hanımın aşkıdır. (Mehmet Dağıstanlı Yanıkdere romanında bu yaşanmış gerçek hikâyeyi tafsilatıyla nakleder)
Mahmut bey, beyzade, aynı zamanda kılık kıyafetiyle, tavır ve davranışıyla cirit oynamasıyla tam bir dadaştır. Günün birinde bir cirit oyununda ağır bir yara alır. O oyunu seyreden Saruhanağa’nın kızı Zühre bu yaralı yiğidin bakım ve tedavisiyle ilgilenir. Bu uzun beraberlikte ateş bacayı sarar ve her iki genç birbirlerine delice aşık olurlar. Ancak Saruhan Ağa kızını başka birine verme niyetindedir. Ne kız ne de oğlan duygularına ifade edemezler. Her biri kendi aleminde sararıp solarken Saruhan Ağa kızının hastalığını tedavi etmesi için çırpınır ama tabipler kâr etmez. En nihayetinde Horasanlı Ahir isimli bir otacı hafiye gibi araştırarak, tabiri caizse anahtar kelimelerle kızı yoklayarak derdini çözer. Böylece aşıklar kavuşur. Ancak işin sonu maalesef çok acıklıdır. Mahmut Bey, Kırbaşoğlu Fevzi ve diğer arkadaşlarıyla Deveboynu savaşında Çanakkale’ye eşdeğer bir destan yazarken Ermeni çeteciler çiftliği basar diğer çiftlik sakinleriyle beraber Zühre hanımı da feci şekilde öldürürler.
Dadaşın diğer bir hasleti de oldukça kıskanç olmasıdır. Bu durum da Erzurum folklorunda dile getirilmiştir. Dadaşın yâri düğüne gidecektir. Gitme demek törede yoktur ama her zaman açık sözlü olan dadaş bu durumda mırın kırın etmeye başlar:
Güzeller bezenmiş toya giderler
Sizlere emanet yâr oynamasın
Ben bilirem reca minnet derler
Yengüllük edip ay balam tez oynamasın
İffet
Alvarlı Efe Hazretleri’nin
Nisası Ricali hayâdâr idi
mısraında yer bulduğu gibi Erzurum’un hem erkeği hem kadını son derece iffetlidir. Zamanında çalıştığım kurumdaki saf Erzurum’lu bir çalışanımızın “Hocam her insan hata yapar. Ben de yaparım, ama bende iki yanlış asla olmaz: Hırsızlık ve namussuzluk.” Yani dadaş, birilerinin zamparalık, çapkınlık olarak normalleştirdiği eylemi bir namussuzluk olarak niteliyordu.
Dadaş Kızı
Dadaş kızı da kendine özgü hasletlere sahiptir. Dadaş kızının özellikleri en güzel şekilde Erzurum kadın barlarında dile getirilirmiştir. Yaşadığı coğrafyanın sağladığı doğal güzellik, Erzurum kültürünün kendisine kattığı kadınsılıkla daha da belirginleşmiştir.
Honoré de Balzac, Vadideki Zambak romanında, roman kahramanlarından biri olan Madam de Mortsauf’un kızı Madaleine’i tarif ederken “İnsanın bakışlarıyla okşarken kırılacağından korktuğu bir ortaçağ heykelciğine benziyordu” der. Bu ifade aklıma hep dadaş kızının zarafet ve inceliğini getirir.
Dadaş kızının diğer bir özelliği de aynı erkeği gibi son derece iffetli olmasıdır. Eskiden hanımlar, özellikle genç dullar sokağa çıkarken endamları belli olmasın diye yırtık pırtık ehram giyerler, hatta kambur görünsünler diye omuzlarına içerden bez parçaları yerleştirirlerdi. Günümüz gençlerine çok garip hatta belki de anlamsız gelecek bu uygulamaları çok farklı kaynaklardan dinlemiştim.
Dadaş kızı her ne kadar ince, zarif ve kadınsı ise de yeri geldiğinde erkeğini aratmayacak kadar şecaat sahibidir. Nene Hatun’lar, Kara Fatma’lar ve daha niceleri bunun yaşanmış örnekleridir.
Sonuç
Dadaşlık kesinlikle bir yerel alt kültür unsuru yahut mikro milliyetçilik kavramı değildir. Dadaşlık Türk-İslam medeniyetini besleyen ana damarlardan biridir.
Günümüzde yukarıda saydığımız dadaşı dadaş yapan kültürel ögeler maalesef aşınmaya başlamıştır. Ancak geleneklerimizi ve kültürümüzü olabildiğince yaşatmak ve gelecek nesle en azından bilgi olarak aktarmak boynumuzun borcudur.
Olur ki bir gün birileri öze dönüş hareketi başlatır.
Prof. Dr. Uğur Yavuz