Mahallemizin hemen alt kıyısında “Naime Paşa Gilin Konak” denilen o zamanların normal mahalle evlerine nazaran devasa sayılabilecek büyükçe taş yapı bir ev vardı. İki taraftan genişçe bahçesi olan bu büyük evin duvarları ve merdivenleri kesme taştan yapılmış toprağa yakın duvar taşları ile merdivenleri devasa büyüklükte taşlardandı. Bu evin Tebrizkapı’ya dönük olan tarafındaki bahçesinin önünde genişçe bir toprak alan vardı ki biz burayı futbol sahası olarak kullanırdık. Kale direği olarak kullandığımız dört tane birer masa büyüklüğünde, üzerine ciddi emek sarfedilmiş kesme taşlar vardı. Taşların alt ve üst yüzeyleri düz, yan yüzeyleri ise bir kenar düz diğer kısmı dairesel olarak yontulmuştu.
Bu sahada her yaştan çocuk bir araya gelir maç yaparlardı. Haftasonlarında orası cümbüş yerine dönerdi. Bir kalabalık, bir hareketlilik sanki pazaryeri. Burası Narmanlı mahallesindeki hemen her yaştaki gençlerin toplanma ve vakit geçirme yeriydi.
Bu alanın güneybatı köşesinden yandaki metruk yapının damına geçtiğimizde harabe haline gelmiş yan tarafı yıkık, taştan bir yapının içinde sanduka şeklinde iki mezar vardı. Meğer burası adını çok sonraları öğrendiğimiz “Ahi Toman Baba” isminde bir zatın meftun olduğu türbeymiş. Tam olarak Narmanlı caminin kıble yönüne göre sol tarafına kalır. O zamanlar o sanduka mezarları korkuyla karışık bir merakla izlerdik. Maalesef benim hatırladığım en az 35-40 yıl geçmesine rağmen restore edilip orada yerleşik olan Ahi Toman Baba’ya yakışır bir türbe haline getirilememiş. Bu da bizim toplum olarak ata mirasına sahip çıkmadığımızın bir göstergesi olsa gerek.
Bu sahanın kuzey tarafından çıkıldığında Tebrizkapı’ya inen ve Narmanlı mahallesinin daha yukarı kesimlerinden gelen yokuşun sonuna gelmiş olurdunuz. Buradan batıya doğru baktığınızda Tebrizkapıyı biraz yukarıdan seyrederdiniz ve karşıda Çifte Minareler, Ulucami ve sağ tarafta da Kale görünürdü.
Tebrizkapı eskiden parke taş döşeli birkaç yolun kesiştiği şimdiye nispetle dar bir meydandı. Narmanlı Cami eski evlerin arasında kalmıştı. Erzurum Kalesi’nin içerisindeki geniş toprak alanda haftasonları maçlar olurdu. Toz toprak içinde maçlar oynanırken kale arkaları da boş kalmaz yaşça daha küçükler de hemen oracıkta toplanır kendi aralarında çeşitli faaliyetler icra ederlerdi. Ortalık cıvıl cıvıl panayır alanı gibi olurdu.
Bizim mahallemiz gibi diğer Erzurum mahallelerinin de böyle merkez olan, toplanılan, birarada faaliyet yapılan, mahallelinin çocuğunu nerede bulacağını bildiği yerleri vardı. Oradaki çocuklar ve gençler “bizim mahallenin” gençleri idi. Orada yeralan büyük küçük herkes birbirini tanır ve büyük küçük ilişkileri de orada öğrenilir, saygı sevgi orada doğar büyür, milli birlik ve beraberliğin temelleri orada atılırdı.
Mahallelilik çok kuvvetli bir aidiyet idi. Bu duygu insanları birbirine öyle bağlardı ki o mahalle içerisinde en küçük bir asayişsizlik olmasını bir tarafa bırakın, dıştan gelen bir tehdit ve olumsuzlukta hemen oradaki insanlarca defedilirdi. Mahalle içerisinde birbirine nispeten daha yakın evler sanki aynı evin birimleriymiş gibi birbirlerine kalben yakınlık hissini taşırlardı. Bazı komşu büyükanneler birbirlerine “ahiret bacım” diye bağ kurar, birbirlerini öyle sahiplenirlerdi. Onların çocukları ve torunları da birbirlerine akraba kadar yakın dururlardı. Teyze anlamına gelen “eze” kelimesi de kuvvetli bir yakınlığı ifade eder ve mahallenin gençleri birbirlerinin annelerine “eze” diye hitap ederlerdi.
Mahalle olgusunu yitirdiğimizden beri çocuk ve gençlerin arkadaşlık hisleri ve bağları da zayıfladı ve şehrimizde daha önce duymadığımız suçlar ortaya çıkmağa başladı. Mahalle meydanı olgusu kayboldu, mahalle ıssız kaldı. Mahalleye sahip çıkan çoluk çocuk, genç yetişkin kimse kalmadı. Kimi evine kabuğuna çekildi, kimi internet kafelerde dünyaya açık ama mahallesinden habersiz, kimi de ilgisiz ve duygusuz olarak uzaklaştı mahalleden. Dolayısıyla eskiden yaban birinin nedensiz dolaşamadığı mahalleler içerisinde şimdilerde hırsızlık vaka-i adiyeden oldu.
Düşünün televizyonda bir adam alkollü olarak karısının saçlarından tutmuş sokağın ortasında sürükleyerek, eziyet ederek götürüyor. Elinde bıçakla tehdit ediyor ve vurup döverek itip kakıyor. Bu görüntü eski “mahalle” yapılaşması içinde mümkün olabilir miydi? O adam mahalle içerisinde böyle bir şey yapmağa cesaret edebilir miydi? En başta “mahalle” den utanırdı. Eğer utanmazsa mahalledeki büyüklerden çekinirdi. Netice olarak böyle bir görüntü yaşanmazdı.
Mahalle milletin ve devletin en küçük temel taşı olan ailelerin birbirlerini tanıyıp beraberce kuvvet oluşturdukları yerler olarak apartman ve sitelere dönüşmeye başladığında tehlike çanları çalmağa başlamıştı. Aslında bu tecrübe batı ülkelerinde yaşanmış, bilinen bir tehlike olmasına rağmen bu kervanın peşine ülke olarak bizde takıldık ve yuvarlandık. Apartmanlaşma önce gelir seviyesi yüksek batı şehirlerimizde başladı sonra diğer şehirlerimizde de gelişmişliğin bir göstergesi gibi algılanıp yayılmağa başladı.
“Mahalleli” olmak şehir hayatında en küçük, en temel aidiyet duygusunun oluşup geliştiği ve yaşandığı yerdir. Öyle ki bu aidiyet çok küçük olmasına rağmen en kuvvetli sosyal yapıştırıcıdır. Şehir oluşurken taşlar birbirlerine bu yapıştırıcıyla yapıştırılır. Mahalleler olmadan şehir olmaz. Mahallelerin birbirleriyle iletişimi “şehir”i oluşturur. Kuvvetli bir mahalle kültürü, kuvvetli bir şehir duruşunu ortaya çıkarır. Şehir mahallelerinin kültür örgüsüyle kurulup kuvvetlenir ve ayakta durur.
Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemi boyunca oluşmuş olan milli kültürümüzdeki mahalle kavramı, çok katlı yapılaşma ile kaybolmağa yüz tutmuştur. Esasen devlet ile milleti bir arada kuvvetli tutmakta olan “milli bağ”ı oluşturan mahalle kültürümüzün kaybına asla izin verilmemesi gerekirdi. Bunun için yeni şehirleşme yapısının biryerlerine bu mahalle yaşantısının yerleştirilmesi konusunda çalışmalar yapılabilirdi. Herşeyi kaybetmeden belki halen de yapılabilir.
Mahallenin yokolması, herşeyi olduğu gibi şehir sistemimizi de Batı normlarını kopye ederek almağa çalıştığımızdan olsa gerek. Belki de artık genetik kodlarımıza uymayan ve sadece taklit olan ve adına sistem bile diyemeyeceğimiz hastalık gibi içine düştüğümüz bu yeni şehirleşme olgusunu durdurup, kendi köklerimize ve geleneklerimize uygun mahalle kavramını destekleyip yaşatacak, yeni ve kendimize ait bir şehir sistemi kurmak zamanıdır. Haberlerde görüp dinlediğimiz olaylar bu zamanın gelip geçmekte olduğunun sinyallerini vermektedir. Sosyolojik bir gerçek olarak karşımızda duran bu problemin halledilmesi, nesillerimiz adına elzem olup kanaatimce gelecek nesilleri kurtarmanın çaresi de “mahalle”, ”mahalleli” ve “mahallelilik”ten geçmektedir.
Çok acı bir gerçek olarak artık kimse birbiriyle tanışırken mahallesini sormuyor. Zira mahalleli ve mahalle kavramı kalmadı, unutulmağa yüz tuttu. Erzurum’da yaşayan birinin yeni tanıştığı Erzurumlu bir hemşehrisine sorduğu ilk soru “hangi mehellelisen?” olurdu. Şimdi 30-35 yaş altının mahallesi yok artık. Şehrin yapısı bozulduğunda kimyası da bozuluyor ve kimliğini kaybediyor. “Şehir kimliği” çok temel çok hayati bir kavram olmasına rağmen yeni yapılaşma, imar ve şehircilik sistemimiz bu hayati kavramı çaresiz bir hastalık gibi gözlerimizin önünde gün be gün tüketip yokediyor.
İlelebet payidar olmak istemenin bedeli hem kendi dönemimiz için hem de gelecek nesiller için çalışmak ve o nesillere sağlam eserler bırakmak olsa gerek. Şimdi içinde yaşadığımız bu bin yıllık eseri gelecek bin yılın evlatlarına sağlam teslim etmemiz gerekiyor. Gayret bizden takdir Allah’tan.
YAŞAR KARAKAŞ