HANİ; AYNI GÖKYÜZÜ ALTINDA KARDEŞÇE YAŞAYAN İKİ MİLLETTİK?
21. Yüzyıl uzay çağının çeyreğini ışık hızıyla yaşıyoruz … Ülkenin bir ucundan diğer ucuna 4 gün 5 gece tren yolculuğuyla giden insanların evlatları, torunları bugün dünyanın bir ucundan bir ucuna birkaç saatte ulaşabiliyor. Hayal üstü dijital, son teknoloji cihazlarla beyin alıcılarını dünyaya açıyor; tanıdığı, hiç tanımadığı insanlarla irtibat kuruyor, selamlaşıyor, alışveriş yapıyor, bayramlaşıyor, tebrikleşiyor, mesajlaşıyor…
Böylesine karmaşık bir kozmozun girdabında yaşayan yeni kuşağa acı, tatlı anılarını dinlediğim Anadolu muhaciri ninelerimizi, dedelerimizi, tüm büyüklerimizi nasıl anlatabilirim? Hani, bizim gibi masal dinler gibi dinletirim, desem de ekranlardaki görsel ve işitsel doğaüstü efektlerin etkisini nasıl aşabiliriz ki? Bu handikap duygusuna kapılan biz yazar-çizerler olarak sorumluluğumuz katmerlenmektedir. Bir yanda ABD öte yanda Çin arasında sıkışıp kalmış topraklarda müzik, sanat, bilim eşliğinde ‘neomisyonerlik’ yapan devasa kartellerin etkisini düşünebiliyor musunuz? Zihin ve ruh dünyası kuşatılan çocuklarımızın atalarının kanı ve canı pahasına miras bıraktığı topraklara aidiyetini, sevgisini ve cesaretini nasıl kalıcı sağlayacağız? Radyo, kaset, siyah beyaz televizyon derken uzay ve teknoloji çağının kozmik ilerlemesiyle 21. Yüzyıla ulaşmış bizim nesillerin ne kadar bocaladığını sanıyorum, yaşayanlar anlayabiliyor. Yine de vicdani sorumluluk duygusuyla davranmak bu ülkenin ve milletimizin istikbali için büyük öneme sahip bulunuyor. Merhum Prof. Dr. Halil İnalcık bir çalışmasını sunan öğrencisine şöyle diyor: “Evladım çalışman güzel de vatana, millete faydası var mı?”
Dünyaya önce gelenlerin bıraktığı değerleri bizler koruyarak gelecek nesillere teslim edeceğiz. Eserlerimiz ile bağların daha da güçlenmesine vesile olacağız. Yeryüzü cenneti binlerce yıllık medeniyetlerin beşiği Anadolu toprakları, Karadeniz, Akdeniz ve Ege denizi ile emperyalistlerin işgalci iştahlarını kabartmaktadır. Louvre, Albert, Almanya Müze Adası gibi her yıl milyonlarca kişinin ziyaret ettiği müzelerde sergilenen eserler arasında ülkemizden kaçırılan eserlerin yer alması düşündürücü değil mi?
ZAMAN VE TARİH KARDEŞTİR…
Düşünür Fernand Braudel, “Zaman ve tarih birbirini inşa eden farklı ve eş zamanlı dilimle ilerler. Bunlar olaylar,; konjonktür tarihi ve yasal tarihtir” diyor. Bu gerçek bizleri iki omzumuzdan tutup sarsmaktadır. Zamana hükmeden ve tarih yazan ecdadın torunları değil miyiz? Hun, Selçuklu ve Osmanlı olmadan dünya tarihi yarım kalır?
…
TARİH TABLOSUNDAN SİLİNEMEYEN FIRÇA DARBELERİ …
Kıymetli Okuyucularımız; her tarihi olayın öncesinde ve sonrasında tarih kronolojisi yeniden yazılmıştır. Köklü bir milletin evlatları olarak bu gerçek peşimizi asla bırakmayacaktır. Kürenin herhangi bir bölgesinde yaşanan askeri, siyasi, coğrafi, bilimsel ve ekonomik gelişmeler doğrudan veya dolaylı bizi ilgilendirmektedir. “Bu da nereden çıktı, diyebilir miyiz?” Çünkü, tarihin oluşturduğu tablo halen tamamlanmadı. Elinde fırça her yüzyılda değişik milletler tuvalin üzerine fırça darbesi vurmuştur. Kimi beyaz, kimi siyah kimi kırmızı, al renginde …Kimi utanç tablosu kimi iftihar tablosu yapmak amacıyla…. Tablonun tuvaline atılan fırça izleri öylesine çarpıcı ki halen tamamlanamadı. 72 milleti idare etmiş ve kendi içinden onlarca devlet çıkan kaç devlet var? Alparslan’ın Malazgirt Zaferiyle cihat ruhunun fitilini ateşlemesiyle başlayan şanlı hikayemiz, Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti ve 630 yıllık çınar Osmanlı Devleti ile devam etti… Selçuklu ve Osmanlı sanatkardı, savaşın, barışın en inceliklerini icra eden, gönüllere nakşeden!…
…
Yazar Aytunç Altındal’ın ifade ettiği gibi Osmanlıdaki “Havas“ geleneğinin yeniden canlandırılması ve geliştirilmesi önem kazanmaktadır. Dürüstçe ve fedakarca milletin adına bilimsel ve tarihi çalışmalarda bulunmak, üretmek anlamına gelmektedir. Osmanlıyı güçlü kılan münevver ve ilim insanlarının eğitim faaliyetleriydi.
YIKILAN BARAJIN TAŞKIN SULARI ALTINDA KALMAK ..
Nihayetinde, her şeyin bir sonu vardı, elbet… Nasıl ki Romalılar, Moğollar, Habsburglar, Şahlıklar, Çarlıklar son bulduysa Osmanlı egemenliği de çöküşe geçmişti. Sebepleri arasında matbaanın icadı, coğrafi keşifler, silah sanayinin gelişmesi, buharlı geminin bulunması, teknolojik icatlar vs… Kırım Savaşı sonrası ağır borç yükü altında zayıflayan Osmanlının elinden, evlat-ı fatihan dediğimiz Balkan toprakları 1912’den itibaren çıkacaktı.
CEMAL PAŞA: “İNGİLİZLERLE ÇALIŞACAĞINI BİLE BİLE ŞERİF HÜSEYİN’E PARA VERDİK”
AĞIR HASTA BİR ADAM!…
Rus İmparatoru Nikolay, Osmanlı topraklarını işgal etmek için ikna etmeye çalıştığı İngilizlere şöyle demişti: “Artık kollarımız arasında hasta, ağır hasta bir adam var”
“Çağ kapatan çağ açan Osmanlı’dan hasta adama!…”
Üç kıtada süratle cepheler açıldı. Yedi düvel sınırlarımıza çöreklenmişti. Cephenin birisi de Arap Yarımadası’ndaydı…Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa, Cemal Paşa’yı Bahriye Nazırı olmasına rağmen aynı zamanda 4. Ordu komutanlığına atamıştır. Cemal Paşa anılarında şöyle diyor: “Şerif Hüseyin ile görüşmemizde Padişahımıza bağlılığını bildiriyordu. Lakin, para verdikten sonra İngilizlerin yanında ayaklanmalar çıkarıyordu. Biz bunu bildiğimiz halde yine de ona para veriyorduk!..” Süveyş Kanalı harekatı tam bir göstermelik harekat olmuştur. Bunu bizzat Cemal Paşa ifade ediyor. İstanbul’dan törenle uğurlanan Cemal Paşa, göstermelik bir harekatın başındaydı. Değil İngiliz askerlerine ulaşmak yalnızca kıyıdan izlemekle yetinecekti! Elinde ağır silah dahi yoktu!…İngiliz kuvvetleri, askerimizin düşürüldüğü bu durumla dalga geçerken, İstanbul’a dönen Cemal Paşa ağır şekilde eleştirilecekti.
SARIKAMIŞ HAREKATI MUAMMASI VE KOCA BİR DEVLETİN SAVAŞA GİRME OYUNU !…
Osmanlı’nın 1.Dünya Savaşı’na girişi dahi Padişah Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın gizli uyguladığı kararlar neticesinde gerçekleşecekti. Cemal Paşa kendisinin ve Sadrazam Said Halim Paşa’nın bilgisinin olmadığını itiraf ediyordu. Müttefikimiz Almanlar bastırdıkları kartpostallardaki karikatürlerde askerimizi, fesli, şalvarlı, savaşçı ve cesur olarak lanse ediyordu. (Günümüzde ABD’lilerin yaptığı gibi) Milliyetçi şairleri Theodor Körne’nin “Şimdi halk ayağa kalkıyor ve fırtına kopuyor!..” sözünü haykırıyorlardı! Oysa Osmanlının ne ayağa kalkacak hali ne silahı vardı ne asker ve silah taşıyacak ray hatları yeterliydi. Tamamen Alman parası ve yardımına bağlıydı… YA İngilizler… Savaş hilesi yapmakta bir numaraydılar. En büyük silahı propaganda, yalan ve aldatmacaydı. Çanakkale Savaşında Hinli Müslüman askerleri, “Padişah, Almanlar tarafından esir alınmış. Kurtarmaya gidiyoruz” diyerek kandırıp cepheye getirmişti. Sömürgeci ülkelerin fitne oyunu, azınlıklar üzerindeki planları; Kırım Harbi, Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı ve Sarıkamış hezimetiyle neticelenmiştir … Sonrasında da 1. Dünya Savaşı yenilgisi ve topraklarımızın işgali … O dönem tarihi kaynakların her sayfasında kan, gözyaşı lekesi vardı. Kelimeler hıçkırık, cümleler ağıt, paragraflar dört bir yandaki Müslümanlara yönelik mezalimin gözyaşıydı
Bu duygularla kaleme aldığım dörtlüğü sizinle paylaşmak istiyorum:
Kar beyazı kefenler örtülmüş üzerine Mehmetçiğin
Sancağı, bayrağı, silahıyla koyun koyuna uyuyor
Allah-u Ekber dağını aşıp Moskova’yı fethetmenin
Umutsuz hayali peşinde, Peygamber çiçeği soluyor
SARI GELİN/ DOĞUDAN BATTI GÜNEŞ/ HAZİN BİR GÖÇ HİKAYESİ ESERİMİZ
MUHACİR BÜYÜKLERİMİZİN BAKIŞLARIYLA GÖNLÜMÜZE NAKŞETTİĞİ BİR ESERDİR!..
Hani, 1915’teki Sarıkamış Harekatı’nda Osmanlı, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda kaybettiği Kars, Ardahan, Batum ve Artvin’i Moskoflardan geri alacak, Moskova’yı fethedecekti. Hafız Hakkı ve Enver Paşa, Moskova’ya kim önce girecek rekabeti içine girmişti
90 bin Mehmetçiğimizin kaybıyla son bulacaktı. Askerimizin cansız bedeni üşümemek için çıktığı ağaç dallarında, karın altındaydı. Hem de Peygamber sancağı, bayrağı ve silahıyla koyun koyuna… Türk, Kürt, Arap, Çerkez … Allahu Ekber Dağları o tarihten bu yana gri kasvetli bulutların döktüğü gözyaşlarıyla gam ve hüznünü yaşamaktadır. Muzaffer edayla çıktıkları yürüyüşü adeta “ayakta donarak” tamamlayan askerimizin aziz ruhları dağın eteğinde uzanan söğüt, çınar, kavak ağaçlarının gölgesinde nöbetini tutuyor…
CİGARANIN DUMANINDA TELLENEN MUHACİRLİK ANILARI …
Doğup büyüdüğüm Erzurum’un Pasinler (Hasankale) ilçesinde 1970’li ve 80’li yıllarda sokaklarımızda, mahallemizde kocaman bir tarihin ruhu ve bedeniyle yaşadığını ilmik ilmik ciğerine, yüreğine nakşeden bilir… Buz tutmuş yolda yürürken bastonuyla ayakta kalmaya çalışan dedeler, erhamına sarınmış lastik ayakkabılı sürüye sürüye yol alan nineler tarihin yaşayan şahitleriydi. Muhacirliğin yüklediği endişe, korku, içine kapanıklık hali davranışlarına yansıyordu. Naif, çekingen, içine kapanık bakışları, ateşli başları dindiren yumuşacık elleri, pamuk gibi tenleri vardı. Her biri ruhlarını teslim edip, muhacirlik sonrası topraklarına dönmüş ete kemiğe bürünmüş melekti … Çocukların bayramları niçin o kadar neşeliydi? O melek ruhlu insanlar bizlere bayramı bayram gibi yaşattı. Sokaklar şeker gibi rengarenk, mahalle mis gibi lavanta kokuyordu. Minik ellerimize şeker bıraktılar. Elleri arasına aldıkları yanağımızı dişleri olmadığı için dudaklarını “şapırdatarak” öptüler. Saçımızı yumuşacık pamuk gibi elleriyle okşadılar. Kimi nineler muhacirlikte kaybettikleri evladı yerine koyup emzirerek sevdiler, doya doya.. O acı günlerin hüznüne tekrar yakalandıklarında gözyaşı dökmeyi başaramayınca göğüslerinin nasıl acıyla inip çıktığına körpe gözlerimizle şahit olmuştuk.
MUHACİR NİNELERİMİZLE ÇAY SOHBETİ …
Memleketin havası berrak, keskin, tertemizdir. Tıpkı köşe başlarında çeşmelerden boşalan suyu gibi… Hele yaz ve bahar aylarında adeta ciğerlerimiz taze kanla dolar, çocuksu yüzümüz, gözlerimiz, yaprağa bulanmış çiçekler gibi kıpır kıpır capcanlı olurdu. Horoz sesi, kuş cıvıltıları açık pencereden üşüşen yüzümüzü okşayan rüzgar esintisi … Gözleriniz cam gibi açılırdı. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanırdım. Fırından sıcacık pidemi alır, eve döner çayımı demlerdim. Sabah namazını kılmış olan babaannem ve ziyaretine gelen diğer yaşlı komşularımızla kahvaltı yapardık. Çiçek desenli tabaklarındaki ince belli bardaklarına konan çaylarını alıştıkları üzere koyu severlerdi. Yudum yudum keyifle tadılan çayın pişirildiği demlikten taşan buharı, dudaklardan püskürtülen Birinci marka cigara dumanı kuşatırdı. Yüreklerde kül, gözlerde efkar, duygular dumana karışıyordu. Önce ahşap tavana, oradan pencereye ve bahçeye ulaşırdı. Naciye, Rabiye, Begile babaanneler de ikindi vaktinde geldiği vakit, sözlü tarihin acı, tatlı, iyi, kötü sayfaları yeniden hatmedilirdi. Bir çocuk ne anlar, muhacirlik, mezalim nedir? Durduk yere hem de aralarında aynı hislerle dolu arkadaşça sohbet edilirken, aniden dudaktan ‘of, of’ iniltisi sonrası gözlerden yaşlar niçin düşer ki? O anların anıları, kederli bakışları, gözyaşları yüreğimize öylesine dokunmuş ve işlenmiş ki; hayatımız boyunca bizi adım adım takip etti. Muhacirlik onlar için milat idi… Her şeyin saatini ona göre belirlemişlerdi. Muhacirlik öncesi muhacirlik sonrası !… Japon şairin dediği ‘yollar onların evi olmuştu’ Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen yolculukları devam ediyordu.
PEKİ NELER YAŞANMIŞTI?
Ekim 1917’de gerçekleşen devrimin ardından Rus ordusu Anadolu’dan çekilmiştir. Rus ordusunun cepheden çekilirken Ermenilere bıraktığı bu bölgelerde yaşayan sivil Müslüman ahaliye yönelik katliamlar gerçekleşti. 18 Aralık 1917’de imzalanan Erzincan Ateşkes Antlaşması sonrasında, 3 Mart 1918 tarihinde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti temsilcileri ve İttifak Devletleri arasında kabul edilen Brest-Litovsk Antlaşması ile Osmanlı Devleti Kars, Ardahan ve Batum’u Ruslardan geri almıştır. Ancak, bölgenin Ermeni işgalinden arınması ve cephenin kapanması, Kurtuluş Savaşı’nın sonuna dek sürmüştür.
ZALİMDEN, ZULÜMDEN MEZALİM VE MUHACİRLİK
“HASBÜNALLAHÜ VE Nİ’MEL VEKİL” ÇEKİP GÖÇ YOLUNA DÜŞTÜLER
Osmanlı, sosyal ve toplumsal anlamda etnik ve dini ayırım gözetmeden yönettiği topraklarda barışı korumayı hedef edinmişti. Lakin, artık ne huzur ve güven kalmıştı… Anadolu’da, devlet kurma hayaliyle kandırılan Ermeniler, fakir, savaş yorgunu, perişan vaziyetteki İnsanları, Taşnaksutyun ve Hınçak katilleriyle mezalim uyguluyor. Coğrafyaya kapkaranlık günler yaşatıyorlardı. İnsanlar, kalenin surlarına çıkarılıp aşağı atılıyor, kurşuna diziliyor, dipçikleniyor, ahırlarda veya evlerinde topluca yakılıyordu. (Bugün bile kullanılan kanlı kapı, yanık dere, kanlı sur gibi isimler o günlerden kalmadır) Ahalinin, artık doğup büyüdüğü, ekip biçtiği bu topraklarda kalması mümkün gözükmüyordu. Sonunda devletin de aldığı ‘seferberlik’ kararıyla; çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuk olan mazlumlar, “hasbünallahü ve ni’mel vekil” çektikten sonra battaniye, kıyafet, yiyecek gibi eşyalarını alarak, inek, at, eşeklerin çektiği araba ve kağnılara yükleyip yollara düşecekti.
BELİRSİZLİĞE YOLCULUK …
Küçükken ninelerimden, dedelerimden ve diğer muhacir insanlarımızdan dinlediğim acı hatıraların girizgahı böyle…. Acı bir ney sesinin karanlıkta üfüren karlı fırtınasının ürperten sesine karışması gibi… Beyaz kar örtünün serildiği yol boyunca çalılar arasından kurt sesi yükseliyor, tipi ve ayaz ilikleri üşütüyordu. Sonrasında akıl almaz yaşam mücadelesi başlıyordu. Akrep ve yelkovanı donmuş zamanın buz kesmiş kaygan zemininde bir vakitlerin bereketli toprağı, insanların ayağının altında kayıp gidiyordu. Erzurum, Bitlis, Van ve çevre vilayetlerden yola çıkan o insanların serencamını 2012’de kaleme aldığımız “Sarı Gelin/Doğudan Battı Güneş/ Hazin bir göç hikayesi” adlı romanda anlattık.
Muhacirlik sonrası yerine, yurduna, yuvasına dönen insanlarımızın kutsal hatıralarına sadık kalmak için emek sarf ettik. O elmas gibi değerli hatıraları örümcek ağı gibi ilmik ilmik dokuduk… Her bir dokumada harfler arası gözyaşı vardı. Emanet olarak aldığım o muazzam hatıralardan adeta ucu bucağı olmayan bir halı dokuduğum hissine kapıldım. Hiç ayak basılmamış, el sürülmemiş bir halı dokuduğum hissine kapıldım. Büyüklerin dizleri dibinde büyüyen çocuklarımızın, torunlarımızın, gençlerimizin onurlu ve şerefli tarihini öğrenebilmeleri hayaliyle heyecanım daha da büyüyordu.
DAKTİLONUN TUŞUNDAN BİLGİSAYAR TUŞUNA ULAŞAN YOLCULUK
Çok eskiden bana emanet edilen hatıraları eserimizin taslak çalışması için daktilo ile not ettim. Gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra kimi an kalemle kimi an bilgisayarın tuşlarıyla yazmaya koyuldum. Ancak, o tarihlerde maalesef kahramanlarımız ebedi aleme intikal etmişti. Artık dinlediklerimizi kağıda dökmek, emaneti yerine ulaştırma vaktiydi. Adeta kelimelerle, kendi kendimle konuşuyordum. Muhacirliği yaşamışım hissine kapılıp, kimi üşüyor, yoruluyor, korkuyor, kimi gözlerimi açık tutmaya gayret ediyordum. Öylesine kaptırmıştım ki; ‘uyursam donarım’ duygusuyla kış aylarının soğuğunda, yaz aylarının kavurucu sıcağında yazıyor yazıyordum…
…
Muhacirlerin hayatına çöreklenen girdap …
Eserimizde yer alan notlarımdan bir bukle sunayım, dilerseniz …
Bilirsiniz, doğunun ayazı, karı, tipisi fenadır. Tezekle, odunla yakılan nar gibi sobaların ısıttığı evlerden dışarı çıkmak donup ölmekle burun buruna gelmekti. Buna rağmen insanlar, anılarını, eşyasını, hasatını, besi hayvanlarını bırakıp ölüm yolculuğuna çıkıyordu. Griye bulanmış iç karartan gökyüzü, beyaz gelinliğini giyinen dağlar, vadiler, ovalar, gri ve kire bulanmış toprağın üzerine çökmüştü. Genç analar bebelerini deri kayışlarla sırtlarına bağlamıştı. Gücü yeten erkekler, yatalak veya çok yaşlıları sırtlayıp araçlara bindiriyordu. Minik yavruların elleri buz kesmiş, yanaklara soğuktan al olmuştu. İliklere kadar işleyen tipi ve ayazda çaresiz ve bitkin insanlar, ahşap evlerinde taşıyabilecekleri kadar eşyayı yanlarına alıyorlardı. Yürekler kalkıyor, gözler yaşarıyor, çaresizlik duygusuyla dizler çözülüyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Taşıyla, toprağıyla, suyu ile havasıyla vedalaşmak, yüzünü dönüp gitmek ne demekti? Ya bir daha görebilecekler miydi? Kimileri dönecekleri inancıyla değerli ziynet eşyasını, parasını, altın ve gümüşünü evin duvarlarında veya zemininde açtıkları oyuklara gizliyordu.
Artık yola çıkma vakti gelmişti… Romanımızın baş karakteri olan saygın insanlarından yaşlı İtibar Ağa eşi Muhide Hanım, eşi şehit olan dul Ermeni gelini Alis ve torunu Goncagül şiddetli fırtınadan kaçmak üzere kağnıya ve at arabasına binmişti. İtibar Ağa’nın evladı Yağızoğlan, askeri vazifesini yaparken şehit düşmüştü. Evin tek erkeği oydu. Başka çare kalmamıştı. Bebeleriyle, nineleriyle, dedeleriyle, kadınlarıyla bir çift öküzünü çektiği kağnı, eşeğin, atın yüklendiği arabalarla yola çıkmışlardı. Karanlık bastırınca insanların yürek sızısı, endişe ve korkusu, şiddetli rüzgarın getirdiği yırtıcı hayvan sesleriyle ayrı bir hal alıyordu.
YOLA TERK EDİLEN YAVRULAR …
İlerleyen günlerde kıvrım kıvrım uzayan yol boyunca yorgun ve bitkin düşen insanlar, aç ve saldırgan kurtlar ve diğer yırtıcılarla başa çıkmaya çalışıyordu. Konvoyun en zayıfı olan yaşlıları ve çocukları gözüne kestiren hayvanlar, gecenin keskin karanlığında saldırıyordu. Bir çoğu konvoya eşlik eden askerlerin ön saflara doğru yürümesinden fırsat bularak saldıran eşkıyalar tarafından katlediliyordu. Yol boyunca terk edilmiş çocuklara rastlayan yufka yürekli insanlar onları yanlarına alıyordu. Hepsi, sırtları kayış yarasıyla çürümeye yüz tutan zavallı anaların terk ettiği çocuklardı. (Romanımızın bazı bölümlerinde bu konu da yer alıyor) Şansına ardından gelen merhametli eller, kurtlara yem olmadan onları alıp sarıp sarmalıyordu. Eşkıya ve aç kurt sürüsü saldırıları gecenin zifiri karanlığında gözleri kapanan muhacirlerin kabusu oluyordu. Belirsizliğe doğru yürüyen konvoyu, varacakları vilayetlerde de kim bilir neler bekliyordu? Nihayet yaklaşık uzun bir yolculuk sonrası bitkin vaziyette olsalar da hayatta kalan insanları yeni bir serencam bekliyordu. Yabancı topraklarda nasıl geçineceklerdi? (Romanımızın ilerleyen bölümlerinde acı, çile, ıstırap, yalnızlık, genç bir subayın muhacir olan önemli karakter dul Ermeni gelin Alis’e olan aşkı, o zor şartlarda yaşanan komiklikler ile duygusallığın doruğa ulaştığı anlara şahitlik ediyoruz) Romanın ilerleyen bölümlerinde muhacirlerin toplanma yerinde ve vilayetin içerisinde yaşadıkları sevindiren, güldüren, ağlatan, düşündüren anılarını bulacaksınız.
VE SABIRLA KATLANILAN ACILAR SONRASI EVE DÖNÜŞ !…
Anadolu’nun kurtuluşu sonrası dağ gibi büyüyen özlemlerin yaş olup döküldüğü yollara tekrar düşen muhacirlerin gözleri göçmen kuşlar gibi parlıyordu. Adeta kanatlanmış uçuyorlardı, memleketlerine doğru… Bedenlerinden parçalar kaybetmiş olarak tekrar ata yurduna, ana yurduna dönmenin heyecanı içerisinde yola koyuldular. Palandöken’den esen rüzgar kulaklara ağıtlar fısıldıyor, yakılıp, yıkılan evlerin bacasından duman yükseliyor, keskin kan kokusu burun direklerini sızlatıyordu. Ermeniler, çekilirken bile mezalime devam etmiş, her yeri yakıp yıkmıştı. Alevlerin yıktığı duvarlarda işkence izleri duruyordu. Yanık insan etleri rutubetle çekilmez bir koku yayıyordu. Çökmüş tavanlar ile çatı kirişleri çirkinlik abidesiydi. Bir vakitlerin bağı, bahçesi, gülen çocuğu, gülen yaşlısı, hamarat kadını, ay parçası güzel kızları, filinta gibi gençleriyle meşhur yerleşim yerleri görenlere tiksinti hissi veriyordu. Acı hatıraları bağırlarına bıçak gibi saplanan insanlar, yıllar sonra terk ettikleri evlerine girdikleri vakit, hıçkırarak sofasını, odasını, kilerini dolaşıyordu. Ermeniler, nasıl bir kin ve nefretle yakıp, yıkıp, harap etmişti. Duvarlarda işkencenin izleri vardı, kapılar paramparçaydı…Camı kırık pencereden içeri üşüşen kar damlaları bile o çirkin zemin üzerinde eriyip tükeniyordu. Kimileri, kimseleri ölüp giden insanlar ayakta kalan harabe evleriyle baş başa kalmıştı. Kocaman tarihi kadim şehir, ahşap ve kagir evleri, kubbeleri, çatıları, konakları ve yakılıp, yıkılmış mahalleleriyle insanlar üzerinde kalbe saplanmış zehirli hançer etkisi bırakıyordu. Meşhur yazar Stendhal’in işgal altındaki bir şehri ifade ettiği gibi: “Dibi toprakta ucu gökyüzüne doğru uzanan, bakır rengi bir duman piramidi…”
ENKAZ HALİNDEKİ ANILARIN ÜZERİNE YENİDEN GEÇMİŞİ İNŞA ETMEK!
Sağ salim yuvasına dönmeyi başaran baş karakterimiz İtibar Ağa’nın kalbi şiddetle göğsünü dövüyordu. Yaşlı adam, hüzünlü bir gökyüzünün altında harabeye dönmüş, akıtılan insan kanıyla adeta mezbahaya dönmüş evin odalarını gezerken perperişan olmuştu. Başını kaldırıp ıslak gözleriyle çökmüş tavanın boşluğundan yıldızları izlemeye koyulmuştu. Fazla dayanamadı. Dizlerinin üzerine çöktü hıçkıra hıçkıra ağladı, ağladı… İki elini açtı ve buğulu gözlerini gökyüzüne dikerek yalvardı:“Ey büyük Allah’ım, kaybolan kullarına yolunu, menzilini, yönünü gösteren yıldızlar ne de güzel parlıyor. Senden asla ümidimizi kesmedik. Yardımcımız ol!..” Oğlunu ve gelinini hıyanet ruhu yanına katıp gitmişti. Bundan sonraki hayatında artık öksüz ve yetim kız torunu ile eşi olacaktı. (Ve de eserimize ilerleyen bölümlerde katılan sürpriz bir kişi) Onların bir süreliğine de olsa eve girmesine müsaade etmemişti. İğrenç bu tabloyla alelacele karşılaşmamaları için!…
DÜNYADA TEK VE İLK OLMA ÖZELLİĞİ TAŞIYOR
“Sarı Gelin-Doğudan Battı Güneş/ Hazin bir göç hikayesi” eserimiz, dünyada bir ilk özelliği taşıyor. Şöyle ki; 1915 yılında Anadolu insanının yaktığı ağıtlar, çığlıklar duyulmuyordu veya duyulmak istenmiyordu. O feryatları mezalim yapanların sesi bastırıyordu.
Onların 100 yıl önce yaşadığı acılar, sıkıntılar, ölüm yolculuğu sırasında çekilen cefalar maalesef hem ülkemizde hem yurt dışında bilinmiyordu. Hem de Anadolu insanının hayatına ve gelecekteki kuşaklarının karakterlerine etki edecek bir serencam olmasına rağmen. Onlar ki; her sohbetlerinde; “Muhacirlikten şu kadar yıl sonra evlendim” veya “çocuğum, muhacirlikten şu kadar yıl sonra dünyaya geldi” gibi konuşarak muhacirliğe, milat yani tarihin başlangıcı anlamı yüklemişlerdi.
Bizler tarihi yapan kahramanların aziz ve kadim hatıralarının yaşatılması için bu çalışmalarımızı kaleme alıyoruz. Amacımız kökü, mayası, dalı, yaprağıyla büyük bir medeniyete sahip olan milletin evlatlarının atalarını daha iyi tanıması, hayırla ve hasenatla anmasıdır. Çocuklarımızın, gençlerimizin hülasa insanlarımızın eserlerimizden en iyi şekilde istifade etmesi, hayatlarını onların gerçeğini anlayarak şekillendirmesi bizler için en büyük mükafat olacaktır.
PROPAGANDA; SAPTIRILAN VE GİZLENEN GERÇEKLER!
Maksadımızın hasıl olması kuşkusuz yeni eserler üretmemize ilham kaynağı olmaktadır. Toprağa ekilen fidenin sebze vermesi, dikilen fidanın meyve vermesi gönül dünyamızın hazinesi olmaktadır. Unutmayalım, o güzel insanları unutmayalım. Kuşkusuz, “bir milletin, dilini bilmiyorsanız onların gerçeğini anlatamazsınız”
Gazeteci ve Yazar olarak milletimizin dilini bildiğimize inanıyoruz. Bu yüzden Yahudi soykırımı gibi propaganda bombardımanı tozu dumana katmaktadır. Sanatı, müziği, medyayı, sinemayı en iyi şekilde değerlendiren, tekellerine alan ve etkili kullanan Museviler bu konuda eksiksiz çalışmaktadırlar. Çalışmaların arasına mutlaka Yahudi soykırımını sıkıştırıyorlar. Anadolu insanlarına yönelik bu kadar alenen işlenen mezalime rağmen, Ermeniler de soykırım iddialarını bu propaganda dilini kullanarak gerçekleri gizlemektedirler. Gerçekte olup biteni saptırmak suretiyle sanatın gerçeğine yamamaya gayret sarf etmektedirler.
“SANAT AKIMLARINI ALET EDİYORLAR!..”
Velhasılı kelam; bizler, maalesef tarihimizi anlatmakta yeterli olamıyoruz. Devletimiz doğru propaganda çalışmalarında edebiyat, kültür ve sanat, medya ve sinemadan en iyi şekilde istifade edememiştir. Milletimizin verdiği bağımsızlık mücadelesi, maruz kaldığı haksızlık ve mezalim dünyaya anlatılamamıştır. Her biri yabancı dillere çevrilip yayılabilirdi. Oysa, başta Museviler olmak üzere bu konuda profesyonelleşenlerin, “dışavurumculuk” (Ekspresyonizm) ve gerçeküstücülük gibi birçok edebiyat ve sanat akımları etkili olmaktadır. Resimde, heykelcilikte, tiyatroda, sinemada Türk düşmanlığı yaptıkları gibi tarihi gerçekleri saptırmaktadırlar. Bu yüzden Anadolu muhacirlerinin hayat hikayesi, Ermeni mezalimi dünyaya anlatılamayınca neticesinde anti propagandalar devreye girmektedir. Bu yüzden “Sarı Gelin/Doğudan Battı Güneş” Anadolu muhacirlerinin serencamını anlatan ilk ve tek eser olarak kütüphanelerimizde yerini alırken, okuyucularımızdan da yoğun ilgi görmeye devam etmektedir. Bulandırılan suya bir taş attık, dalga dalga yayılarak kiri, pası, pisliği temizliyor. Siz kıymetli okuyucularımızdan da istirhamım şudur ki; bu eserimizi sahiplenin, tanıdık-tanımadık herkese anlatın. Gerçeklerle yüz yüze kaldıkları vakit huzur dolacaklardır. Sosyal medya ve internetin karmakarışık, kozmopolit akımına kapılan çocuklarımız ve gençlerimiz geçmişte atalarının yaşadığı zulmü, meşakkati, mezalimi bilsin, tarihi gerçekleri öğrensin. Gururlarını ezdirmeme adına verdikleri yaşam mücadelesini ansınlar. O serencamda dağılan aileleri, kaybolan evlatları, bir ağaç dibine gömülen yaşlıları bilsinler. Aksi takdirde sömürgeci dünyanın anti propaganda silahlarıyla başka türlü nasıl başa çıkabiliriz? Gençliğimiz milletine aidiyetini yitirirse geleceği en iyi şekilde nasıl inşa edebiliriz? Bugün aramızda bulunmayan dertli ve kederle yoğrulan hayatların sahibi insanlarımızın kabirlerinde şad etmeliyiz. Onları rahmet, minnet ve hayırla yad etmeliyiz. Bunun bir diğer yolu da onları anlatan eserleri okumaktan geçmektedir.
AYNI GÖKYÜZÜ ALTINDA BARIŞ VE HUZUR İÇİNDE YAŞANMASINA MANİ OLUNDU
1.Dünya Savaşı ve Anadolu’nun işgali bizlere ders oldu. Ki, 31 Mart ayaklanmasını bastırmak için gelen Enver Paşa’nın dediği gibi hiç olmadı!…
Ne demişti: ” Ezelden beri kardeşiz. Artık Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar yok. Bu mavi gökyüzü altında hepimiz eşitiz. Biz Osmanlı olmaktan gururluyuz.
Demek ki gökyüzü ne kadar parlak güneş ışınları saçsa, yağmurlar bereket olup aksa, gökyüzü masmavi olsa bile Anadolu’yu yurt edinen milletimizin huzuru, barışı ve kardeşliği ancak ve ancak “güçlü ve kudretli olmaya bağlıdır. Bu vesileyle sizlere bahtiyarlık diliyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Erzurum muhacirlerini bilirsen evlat!…SARI GELİN/DOĞUDAN BATTI GÜNEŞ 2012; Parola Yayınları, 440 Sayfa, İstanbul, 2014.
Diğer eserlerimiz: Hasan Sabbah’ın Fedaileri, İhtilal Yetimleri, Çınarın Doğuşu, Atilla, Erica Ana
ARAŞTIRMACI GAZETECİ YAZAR: İBRAHİM KARAHAN