Bir zamanlar bir Erzurum vardı. Yüksek binaların, gösterişli alışveriş merkezlerinin olmadığı, yollarında korna seslerinin yankılanmadığı, herkesin altında otomobil olmadığı, siyah beyaz tek kanallı televizyon ve radyoyla idare edildiği insanların betondan odalarda sanal yalnızlıklara gömülmediği, bir Erzurum’du bu Erzurum.
Daracık mahallelerdeki evler genelde yığma taşlı, toprak damlıydı. Kışın damda kar biriktiğinde sürekli kürenmek zorundaydı. Kürüme işi büyüklerin bazen çocuklara harçlık vererek devrettiği her iki taraf içinde karlı bir alışverişti. Cep telefonu, bilgisayar, internet gibi şeyler sadece Uzay Yolu gibi bilim kurgu filmlerinde görülen birer hayali aksesuardan, bir ütopyadan ibaretti. “Kablosuz da telefon olur mu mantıksızlığa bak” derlerdi bilgiç gençler.
Mahalleler vardı. Kültürü olan mahalleler. Kadınlar çöpçülere umut bağlamaz sabah ilk iş olarak evlerinin önünü süpürürlerdi çalı süpürgeleriyle. Sonra semaverler kaynardı kapıların önünde. O sürekli kaynayan semaverlerin suyuyla çay, yemek ve temizlik yapılırdı. Mahallede herkes birbirinden haberdardı. Sevinç, neşe, mutluluk gibi keder, üzüntü ve yalnızlık da paylaşılırdı. Sevincin sevincim, kederin kederimdir derlerdi. İnsanlar birbirlerini düğünde de cenazede de yalnız bırakmazlardı. Komşular sürekli birbirine çaya gidip gelirlerdi. Bu onların olmazsa olmazıydı. Bazen topluca Mesire yerlerine gidilirdi. Türbeye, Kombina Bahçesine, Boğaza… Mesire alanlarında çaylar demlenir, çoğunluğu evde hazırlanmış yiyecekler eşliğinde iştahla tüketilirdi. Mesire alanı mesire değil sanki şenlik meydanı gibi olurdu.
Edep vardı. Kadınlar, büründükleri ehramlarda başı önde yürür dikkat çekmemeye çalışırdı. Büyük küçüğünü sever, küçük büyüğünü sayardı.
Saygı vardı. İnsanlar yedikleriyle içtikleriyle övünmezdi. Nefis çeker korkusu vardı. Bu yüzden eve alınan sebze ve meyve kese kâğıtlarında konu komşuya gösterilmeden eve getirilmeye çalışılırdı.
Çocuklar vardı, fırfırik çeviren, elim sende oynayan, bazen okul çantalarını bazen de naylon leğenleri kızak yapıp karda kayan, ramazan bayramında kapı kapı dolaşarak arafalık toplayan çocukluğunu doyasıya yaşayan çocuklar.
Gençler vardı. İsimlerinin önünde vatansever ünvanını gururla taşıyan, arkadaş gruplarıyla Ilıca’ya, Hasankalesi’ne kaplıcaya giden, güzel film olduğunda Doğu Sinemasının, Dadaş Sinemasının önünde kuyruk oluşturan bazen de çizgi roman değiş tokuşu yapan gençler.
At yarışları vardı. Sülün gibi atların meydanda arzı endam ettiği, bazen ciridin hedefi şaşıp seyircilere doğru pike yaptığı heyecanlı ciritler vardı.
Nişanlar vardı gelinin evine nişan bohçasının ve kurban bayramında koçların gittiği nişanlar. Düğünler vardı. Kapı önünde barların, Koçerinin, Temirağanın ve dehlenkin oynandığı
İnsanı bir hoş eden, gönlünü ilahi aşkla doldurup coşturan ramazanlar, bayramlar vardı. İnsanlar ramazandan sonra bayramda tatile gitmez, büyüklerini, akrabalarını, komşularını ziyarete giderdi.
Esnaflar vardı. Haramdan korkan terazide hak geçmesinden korkan hayır ve hasenatta birbiriyle yarışan esnaflar.
Zanaatkârlar, tüccarlar, vardı. İsimleri yaptıkları işle kâh kalaycı Mehmet kâh at cambazı Servet diye anılan,
Beyler vardı. Adına yakışır şekilde duruşuyla, oturuşuyla kalkışıyla örnek olan dürüst, efendi, vakarlı, beyler.
Kabadayılar vardı. Yetimi, güçsüzü koruyup kollayan, namusa yan bakmayan adları kâh Solak Yaşar, kâh Sarı Canip, kâh Darto Selahattin olan.
Âlimler vardı. İsimleri kah Naim Hoca kah Kırkıncı Hoca olan, sözlerinden feyz alınan âlim gibi âlimler.
Söz üstatları vardı, soytarılıktan uzak hayal aleminde şekillendirdiği hikayelerle ve doğaçlama sözleriyle insanları güldüren neşelendiren Teyyo Pehlivanlar, Kullebi Turanlar vardı..
Velhasıl Erzurum’da çok şey vardı. Yaz yaz, say say bitmez.