SEVDİĞİM ERZURUM
Erzurum doğduğum şehir, gençliğimin geçtiği şehir ve halen üzerinde yaşadığım şehir. Bu şehri seviyor muyum? Ya da başka türlü sorulacak olursa, Erzurum sevilmeye, yaşanılmaya değer bir şehir midir? Yılın sekiz ayı kış şartlarının yaşandığı, denizin olmadığı, yeşilliğin, ormanın kıt olduğu, iklim nedeniyle geçinmenin zor olduğu bu şehir sevilmeye değer mi? Ben şehrimi seviyorum. Bütün bu olumsuzluklara rağmen bu şehri seviyorum.
Ben bu şehri neden seviyorum? 80’li yıllarda memuriyetim nedeniyle sınırda bir güneydoğu ilçesine tayinim çıkmıştı. İki yıl kadar görev yaptığım bu yerde mutlu değildim. Erzurum’u özlüyordum, yaygın tabirle “Erzurum gözümde tütüyor”du. Sıcak, toz, beni rahatsız ediyordu. O yıllardaki sıla hasretimi bir şiirimde dile getirmiştim. Şiir şöyleydi: Ben yayla çocuğuyum/ Çiçek kokusu duymalıyım/ Rüzgarı hissetmeliyim ense kökümde/ Ve şeker yer gibi yemeliyim/ Beyaz kar tanelerini. Orada çiçek yoktu, orada ense kökümü tatlı tatlı yalayan rüzgar yoktu, orada lapa lapa yağan kar yoktu. Ben orada mutlu olamazdım.
Ben bu şehrin nesini seviyorum? Ben bu şehrin eski evlerini seviyorum. Yazın serin, kışın sıcak tutan taş evlerini. Bahçesinde akasya ağacı olan evleri. Çocukken karnım ağrıyana kadar yerdim bu akasyalardan. Yürürken çatırdayan ahşap merdivenleri, dama doğru açılan pencereleri, yüze sıcaklığı vuran tandırı unutmak mümkün mü? Yaz sıcağında oyun oynamaktan yorulunca makata uzanıp uyuklamanın tadı tarif edilebilir mi? Damda bilye oynamanın, fırfırik çevirmenin, akşam güneş batarken Erzurum Kalesi’ne bakmanın zevki başka nerde vardır?
Ben bu şehrin okullarında okudum. İnönü İlkolkulu’nda öğrencilik hayatım başladı. Erzurum’ın ilk kaloriferli okullarıındandı. Üst katta küçük bir kütüphanesi vardı. Kitap okuma alışkanlığımı bu kütüphanede kazandım diyebilirim. Öğrencileri memur ailelerinin çocuklarıydı genelde. Büyük bir sinema salonu vardı. Televizyonların olmadığı o zamanlarda hafta sonları film izlemek çok zevkliydi. Kültürel faaliyetleri zengindi. Halk oyunları, tiyatro, müzik hatırladığım kültürel uğraşlardı. Ben halk oyunlarından kafkas ekibini seçmiştim. Ders yılı sonunda Halk Eğitim Merkezi’nde becerilerimizi sergilerdik. Okul da Halk Eğitim Merkezi de yıkıldı, tarih oldu. 90’ların sonunda okulum yıkılırken ben de ordaydım. Dozerler gürültüyle betonları yıkarken yaşlı gözlerle cep telefonumla çekim yapmıştım.
Ben bu şehrin top sahalarını sevdim. İstasyon Mahallesi’nde çocukluğum geçti. Mahallede üç, dört top sahası vardı.Evimize en yakın sahanın adı “kereste” idi. Neden bu adı almış bilmiyorum. Belki de eskiden burda keresteciler vardı, kim bilir. Formalı mahalle takımları kıyasıya maç yaparlardı bu sahada. Sahanın bir tarafında iri iri kayalar dizilmişti. Seyirciler buradan maçı izlerdi. Tribün vazifesi görürdü bu kayalar. Atların idman yeri de bu sahaydı.Yarış (ya da cirit) idmanı için buraya getirilirdi. Sürücü sahanın ortasında durur uzun bir urganla bağlı atı kendi etrafında koştururdu. Kayaların üzerine oturur bu gösteriyi izlerdim. Sahaya bazen benden büyük mahallemizin abileri de gelirdi. Uzun boylu,kaleci abiyi unutamam. Kırmızı renkte, kaliteli eldivenleri vardı.Topa kedi gibi zıplardı. Bu saha da yok şimdi tıpkı diğer sahalar gibi.
Ben bu şehrin camilerini sevdim.Yaz tatillerinde Gez Camisine Kuran öğrenmeye giderdim.Bir ayağı aksayan kısa boylu imamdan Kuran okumayı öğrendim. Hocalar genellikle dayakçı, sert mizaçlı insanlar olarak bilinir. Bizim hocamız öğle değildi. Ağırbaşlı, saygılı, olgun bir insandı. Çocukları severdi.Peygamberimizi, sahabelerini sürükleyici bir uslupla anlatırdı. Donanımlı bir insandı. Hurafelerden uzak dururdu.
Hocamız Kuran dersinin son günü bize verdiği sözü tutarak caminin minaresine çıkarmıştı. Dar, eğimli basamakları aşarak minareye varmış şehri kuşbakışı seyretmiştik. Kuran eğitimime sonraki yıl Başak Camisi’nde devam etmiştim. Buradaki hoca da iyi bir insandı fakat eski hocamın yeri ayrıydı bende.
Gençlik hayatımda da camilere uğrardım. Yazın Lala Paşa Camisi’nin bahçesindekestane ağacının altında oturmak, hışırdayan yaprakları dinleyerek ezanı beklemek büyük zevk verirdi bana. Ezanı okuyan hocanın sesi çok etkileyiciydi. İnsanın içine işlerdi. Müezzzin Suat Çemlek’ti bu sesin sahibi. Bir rivayete göre Suat Hoca küçük yaşlarda Efe Hazretleri’nin yanında bulunmuş. Efe eliyle dilini ıslatmış, Suat Hoca’nın başına dokunmuş sonra da “Yaşın ilerlese de, ihtiyarlasan da sesinin güzelliği hiç gitmesin!” diye dua etmiş. Suat Hoca rahmetli oldu sesi de artık sadece hatıralarımda kaldı.
Erzurum’da bir zamanlar Dadaş Sineması vardı. Hafta sonları film izlemeye giderdim. Sinemadan önce üst kattaki “Çıtır” adındaki sandiviç salonuna uğrardım. Küçük ekmeğin içindeki turşulu, soslu sosisi zevkle mideye indirir, halka tatlıyla yemek işini bitirirdim. Sinemaya basamaklarla inilirdi. Alt katta iki tane çerçeveci dükkanı ve bir akvaryumcu vardı. Çerçevecinin vitrinindeki yağlı boya tablolar ilgimi çekerdi. Akvaryumcunun vitrininde de dev bir akvaryum vardı. İri iri balıklar akvaryum içinde sakin sakin yüzerlerdi. Sinemanı karşısında “Cafe 79” adlı birahane vardı. Birahanenin camları koyu renkliydi dükkanın içini dışardan göremezdim. Köşede de bir terzi dükkanını vardı. Genç terzi ayak ayak üstüne atar bir yandan kasetten müzik dinler bir yandan da elindeki gömleğin düğmelerini dikerdi.
Şehrin bende iz bırakan mekanlarından ve insanlarından bir kısmını anlatttım yukardaki satırlarımda. Mahalle arkadaşlarım, okul arkadaşlarım, akrabalarım da bu hayatın içinde. Soğuk sularını içtiğim çeşmeler, film seyretmeye gittiğim sinemalar, tiyatrolar, volta attığım sokaklar, döner yediğim lokantalar,pastaneler de bu hayatın içinde. Bu mekanların çoğu yıkıldı ve bu insanların çoğu öldü veya şehirden ayrıldı ama hepsi aklımın içinde, hatıralarımda. Beni şehrime bağlayan, bana mutluluk veren bu mekanlar, bu insanlar kısaca hatıralar. İyi ki Erzurum’da yaşamışım ve iyi ki hatıralarım var.