TÜRK- ALTAY FELSEFESİ

TÜRK- ALTAY FELSEFESİ

TÜRK- ALTAY FELSEFESİ

Türk- Altay ruhunun günümüze yansımaları:

Asya’nın son on bin yıllık tarihi içerisinde Etiler, Sakalar, Sümerler ve bu uygarlıkların devamı niteliğindeki Türkler ayrıca Hellen, Sasaniler ve Çinler günümüze kadar ulaşan uygarlıkların temellerini atmışlardır. Bu bakımdan Asya, uygarlıkların ilk başladığı yer denilebilir. Türklerin ana yurdu, ata yurdu da Asya topraklarıdır; destanların oluşumu, yaradılış, türeyiş, gelişme, yayılma ve efsaneleşmiş hayatların, mitlerin kaynağı bu topraklardır. Atlı orduların, askerliğin ilk temellerinin atıldığı yerlerdir. Demirin çeliğe dönüştürüldüğü, çeliğin silah olduğu bu coğrafyadır. Türklerin, çöl ortasında TURFANDA dedikleri 2500 yıl önce, en taze sebzeyi ve meyveyi yetiştirdikleri yerlerdir burası. Uygarlığın beşiği denilen Anadolu, Mezopotamya, Ural-Altay toprakları Türklerin belge bıraktıkları; yazıtlarının, kanıtlarının bugün dahi ortaya çıkarıldığı uçsuz bucaksız coğrafyadır.

Biz bu engin coğrafyada saflığın, sadeliğin, temizliğin, kararlılığın, yeryüzünün, özgürlüğün, bağımsızlığın ana fikir olarak alındığı Türk- Altay Felsefesi’ni ve Türk- Altay Felsefesi’nin günümüze yansımalarını araştırdık, inceledik, ipuçlarını değerlendirdik, kilim gibi dokuyarak belgeler ışığında somutlaştırıp Türk ve dünya insanlarına sunmak istedik. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki Türk- Altay Felsefesi’ni temsil eden Nilüfer çiçeğidir1. Yani Latince Lotus… Nilüfer çiçeğini biz, Sinan Meyda’ın ‘Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2- Köken’ adlı araştırma kitabında da görüyoruz. Eserde, Asya Karakota kentinde bulunan Uygur kraliçesi ve eşini resmeden bir grafikte, Uygur kraliçesi ve eşi Nilüfer (Lotus) çiçeği üzerinde resmedilmiştir. Nilüfer çiöeği ayrıca bütün Türk illerinde dokunan halı ve kilimlerde ana unsur motif olarak alınmıştır. Burada şunu anlatmak istiyorum: Türklerde Nilüfer (Lotus) çiçeği bir tesadüf olarak seçilmemiştir. Bu konunun kısa anlatımı dip notta verilmiştir.

Böylesine güçlü iddiaları içeren Türk- Altay Felsefesi’nin, acaba günümüz olaylarına yansıması olabilir mi?

Yukarıda ele aldığımız bu uçsuz bucaksız coğrafya Baykal Gölü’dür, Ötüken’dir, Ergenekon’dur, Maverahünnehir’dir, Dicle- Fırat havzasıdır…

Tüm dünya, kazı çalışmalarının henüz tamamlanmadığı Göbeklitepe’yi ve Karahantepe’yi ise merakla beklemektedir.

Bu uygarlıklara beşiklik etmiş coğrafyada Türklerin bıraktığı tüm belgeler, Türk- Altay Felsefesi’nin ana damarlarını oluşturmuştur. Yazıtlar, balballar, kurganlar, mezar taşları, taşbabalar, mezar iç buluntuları, mağaralar ve heykellerde Türk- Altay ruh yapısı, Türklerin kimliği yaşamaktadır. Bu belgeler Türklerin hayat ağacıdır. Yaşam iksiridir. Umudunun sofrasıdır. Başı sıkıştığında kullanacağı reçetedir; ve çok ilginçtir, aşağıda tek tek sıralayacağım tüm özellikler, Türklerin yeryüzüne, ulusal gözle, evrensel pencereden bakışından başka bir şey değildir; çünkü Türkler düşünce yapılarını üç ilke üzerine kurmuşlardır: Yerel- Milli- Evrensel…

Biz Türkler bugün düşünce hayatımızın, hayat anlayışımızın, yaşantımızın, ruh yapımızın kısaca kimliğimizin tamamını geniş Asya coğrafyasında bulunan yazıtlardan öğreniyoruz ki bu yazıtlardan birkaçı şunlardır: Erdem Konur’un ‘Orhun Yazıtlarında Sosyal ve Siyasi Mesajlar’, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in ‘Orhun Abideleri’, Zeki Velidi Togan’ın ‘Umumi Türk Tarihine Giriş’i, Hilmi Ziya Ülken’in ‘Türk Tefekkür Tarihi’, Pitrovsky’nin ‘İskitlerin Dünyası’ makalesi, Bahaeddin Ögel’in ‘Türk Mitolojisi’, Servet Somuncu’nun hazırladığı ‘Damgaların Göçü’ TRT Belgesel’i, Bayram Kaya’nın ‘Türk Felsefe Tarihi’, Salih Yılmaz’ın ‘Türk Mitolojisinde Bilgelik Kavramı’, Mehmet Çeribaş’ın ‘ Türk Kültüründe Kut İnancı ve Kut Aktarma Yolları’, Rsybek Alimov’un ‘II. Karabalgasun Yazıtı’ makalesi, Hüsamettin Erdem’in ‘İlkçağ Felsefesi Tarihi’ ve ‘Felsefeye Giriş’, Herodotos’un, ‘Herodot Tarihi’, Orhun Anıtları, Bilge Kağan Yazıtı’, Atatürk’ün hazırlattığı ‘Askerin Ders Kitabı’, Ahmet Taşağıl’ın ‘Göktürkler’i, Ural bölgesinde yer alan Arkaim antik Türk şehri, ‘Ergenekon Destanı’, ‘Dokuz Oğuz Efsanesi’, ‘Oğuz Kağan Destanı’, ‘Altın Kan Söylencesi’, ‘Alp Er Tunga Destanı’, ‘Manas Destanı’, ‘Bozkurt Destanı’, Kırk Kız Efsanesi’ sayılabilir.

Bu yazıtlardaki tüm bilgiler, binlerce yıllık Türk sosyal hayatının deneyimleridir. Dün bize gerekliydi, bugün çok gerekli ve yarın daha da gerekli olacaktır. Ancak bu deneyimler, bu belgeler mutlaka okunmalıdır, anlaşılmalıdır, uygulanmalıdır. Güzel sanatların her dilimiyle toplumlara sunulmalıdır.

Sözgelimi sorun:

Vatan savunması, bağımsızlık savaşları, ordu ve askerlikteki düzen bozukluğu ise Türk- Altay ruhuyla düzeltilebilir;

Sorun milli birlik ise, millet cephelere bölünmüş ise, zengin fakir ayırımı insan onurunu zedeler durumdaysa, farklılıklardan rahatsızlık duyuluyorsa çözüm Türk- Altay felsefesidir;

Sorun ekonomideki, tarımdaki, hukuktaki, adaletteki çöküşler ve şikayetler ise Türk- Altay ruhuyla üstesinden gelinebilir;

Şikayetimiz devlet yönetimi, sınır komşularıyla ilişkiler ise binlerce yıllık deneyimlerle Türk ulusunun yararına düzeltilebilir;

Konu aile yapısı, kadın- erkek ilişkileri, din ve devlet yönetimi ise, Türk töresinin eşitlikçi, adil, baskıcı olmayan, danışmacı, kişiye saygılı anlayışıyla bugünün dünyasına bile örnek olabilir.

Yukarıda bahsettiğim belgelerden birkaç tane de örnek vermek istiyorum:

İlk Türkçe yapıt ‘Çoyr Yazıtları2 olsa da ‘Orhun Yazıtları’ tarihi süreçte muhteşem gramer yapısı, cümle yapısı, kelimelerin ve cümlelerin yapısal sağlamlığı ve içeriğinin zenginliği ile Türk dünyasına ışık tutmaktadır. Bilgi ve kültür zenginliği Türk-Altay ruhunu yansıtmaktadır. Bugün Türk devletleri, bu bilgi ve kültür zenginliğini tam olarak anlayamadığı için bazen Avrupa Birliğinden, bazen ABD’den, bazen Rusya’dan veya bazen Arap dünyasından medet ummaktadır. Oysa Bilge Kağan, ‘töre’ yani hukuk tektir’, diyor; töre kesin ve keskindir’, diyor. Bunlar evrensel değerlerdir. Mutlaka bu evrensel değerler ülkemizde uygulanmalıdır.

Er kişi yalan söylemeyecek’, diyor; evrensel bir ilkedir.

Devletin, vatandaşın malını- mülkünü çalan misliyle ödeyecek’, diyor; evrenseldir, uygulanmalıdır.

Kin ve gururdan uzak durun’, diyor; dünyanın bütün filozofları bunu söylüyor.

Bilmiyorsan, bildim demeyeceksin, bilene danışacaksın’, diyor; evrenseldir ve Türk kurultaylarının olmazsa olmazıdır.

Herkes adaletle iş görecek’, diyor; evrensel bir kuraldır, hem dünyada hem de ülkemizde uygulanmalıdır.

Devam ediyorum:

Orhun Yazıtları’nda, ayrıca Hilmi Ziya Ülken ‘Türk Tefekkürü’ adlı eserinde, Türk-Altay Felsefesi’ni ilgilendiren ve günümüze yansıyan, mutlaka uygulanması gereken çarpıcı örnekler vermiştir.

Sözgelimi:

Türk kağanı devletini yönetirken, töreyi yani günümüzdeki söylemiyle hukuku, özellikle, devlet yönetim merkezinin nasıl seçilmesi gerektiğini, birlik ve beraberliğin nasıl sağlanacağını çok iyi bilmelidir;

Türk kağanı çalışkan, vatansever, cesur, kahraman ve değerlere saygılı olmalıdır.

Ayrıca Hilmi Ziya Ülken, aynı adlı eserinde çok daha çarpıcı örnekler veriyor.

Diyor ki:

Türklerin düşünce karakteri realisttir.

Türk düşünce yapısında akıl yürütme yerine teorileri uygulama esası vardır.

Türk düşünce yapısı açık, anlaşılabilir, kolay ve rasyoneldir.

Türk düşünce hayatı olay ağırlıklıdır; ve olaylar karşısında ani ve seri sonuçlar çıkarma gücüne sahiptir.

Türk düşünce yapısında cesaretli olmak, bilgili olmak ve ilericilik esas alınmalıdır.

Türk kozmogonisinden 3ve Türk mitolojilerinden de örnek vermek istiyorum.

Türk- Altay düşünce yapısına göre ‘Kut’ anlayışı vardır; yani ülkeyi yönetme gücü. Göktanrı tarafından hakana verilen bir ayrıcalıktır bu. Kut gücünü alan hakan, Göktanrı’nın koruması altındadır; ölümden kurtulur, başarıdan başarıya koşar. ‘Kut’ hakana, sezme, hissetme, anlama, kavrama, yönetme gücü verir ki bu güç hakanın, ‘bilgeliğidir’. Ancak bu ‘Kut’u alacak kişi ahlakıyla, yiğitliğiyle, iyilikseverliğiyle, yardımseverliğiyle, cesaretiyle, bilgi ve becerisiyle, bilgeliğiyle seçilmiş olması gerekiyor. Hakanlar, ülkeyi bu güçle yönetebilir. Bu anlamda ‘kut’, güçtür, liderliktir, yaratıcılıktır, yetenektir, bahttır ve mutluluktur. Adaleti sağlamanın itici bir gücüdür. Kurultayda beylerine, hatunlara danışmaktır. Bu, tam bir demokrasi anlayışıdır. Hakanın bildiğini okuması değildir; bilgiye güvenmektir, kurultayı dinleme erdemidir.

Kut’ anlayışı, Türk- Altay geleneği ile günümüze kadar gelmiştir.

Milli Mücadele ve Cumhuriyetin kurulduğu günlerde Mustafa Kemal liderlik özelliğiyle, yaratıcılığıyla, yeteneğiyle, sezme, hissetme, anlama, kavrama ve yönetebilme gücüyle Şamanist gelenekle Göktanrı tarafından, İslami gelenekle Tanrı tarafından ve Türk ulusunun takdiriyle ‘kut’ alarak liderliğini sürdürmüştür. O’nun savaşta ölümcül bir mermiden kurtulmasını bile bu güce bağlayabiliriz. Erzurum Kongresi’nin her aşamasında, Milli Mücadele’nin her gününde Türk milletine liderlik yapan Mustafa Kemal erdemiyle, bilgeliğiyle, sezme gücüyle, cesur ve korkusuzluğuyla süreci yürütmüştür. Bütün oklar üzerine çevrilmesine rağmen bu cehennemi süreci zaferle sonuçlandırmıştır. Türk milleti ‘kut’ alan bir hakanla bağımsızlığına, özgürlüğüne kavuşmuştur. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında ise destan kahramanı Mustafa Kemal, çevresindeki tüm olumsuz düşüncelere rağmen yerliliğini, milliliğini ve evrenselliğini ön plana çıkararak, bütün dünyayı hayrete düşüren bir karara imza atmıştır. Bu karar cesaretin, öngörünün, korkusuzluğun, kararlılığın sonucu olan Cumhuriyetin ilan edilmesidir.

Yakut mitolojisinde, ‘kut’ anlayışında ve yukarıda sıraladığım Türk destan geleneğinde, yarı ilahlara ve kahramanlara da sıkça rastlıyoruz. Türk- Altay mitlerinde, ‘Acunda hiçbir şey yok iken ‘Karahan’ vardı!’, der; destan ve söylencelerde Alp Er Tunga, Oğuz Kağan, Manas, Köroğlu gibi kahramanlar anlatılır; efsaneleşmiş Türk ordusu başbuğlarından Atilla, Cengiz, Timur ve bugünümüzü bize hediye eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk en güzel örneklerdendir. Bunlar destanların başkahramanlarıdır. Şüphesiz bu destan kahramanlarının ortak yönlerini de belirtmemiz gerekir. İster mitlerde adı geçsin, ister destan ve efsanelerde adı geçsin; ya da yaşayan gerçek kahramanlar Atilla, Cengiz, Timur veya Mustafa Kemal Atatürk olsun, hepsinin ortak yönü, Türk-Altay ruhunu yansıtan başbuğlar olmalarıdır. Bu ruhu taşıyan başbuğlarda bilgelik özelliği de bulunur. Bu başbuğlar bilgili oldukları için bilge olmadılar; bilgilerini uyguladıkları için, hayata geçirebildikleri için bilge oldular. Ural-Altay düşünce yapısına göre Türk kağanlarına, vezirlere, yöneticilere, ‘bilge’ özelliği taşıyanlara ‘Bögü-Kağan’ denilmiştir. Bögü Kağanlar bilgedir, kendine hâkimdir, erdemlidir.

Bu yüzden Arap asıllı İslam Tarihçisi Mes’ûdî’nin ‘Yeryüzünde bilge yetiştiren yedi millet var ki bunlar: Türkler, Araplar, İranlılar, Yunanlılar, Hindliler, İbraniler ve Çinlilerdir.’ Sözü, bizim tezimizi kanıtlar niteliktedir.

Sadece bir kısmını anlatmaya çalıştığım Türk Altay Felsefesi’nin önemli olan tarafı, günümüze yansımalarıdır. Peki binlerce yıl önce ortaya çıkan bu ruh, bu Türk kimliğinin şifreleri, bugün hala yaşıyor mu? Evet, bu ruh halen yaşıyor: 20. Yüzyıl öncesinde de yaşıyordu, günümüzde de yaşıyor.

Son yüz yıllık tarihimiz içerisinden sadece üç örnek vermek istiyorum:

1919 Erzurum kongresi,

1919- 1922 arası yaklaşık üç buçuk yıl süren Milli Mücadele süreci,

1923 Cumhuriyetin kuruluşu.

Verdiğim üç örneğin de merkezinde Mustafa Kemal Atatürk vardır. Türk tarihini yakından ilgilendiren bu üç önemli olay başarıyla neticelenmiştir. Zor olmuştur; ama başarılmıştır. Bu üç tarihi olayın dünya tarihinde benzerleri azdır. Her şeyden önce 14 gün süren Erzurum Kongresinde, günün koşullarını da düşünürsek, Osmanlı tarihinde 1699’dan beri alınan en sert, en ciddi ve en kararlılık gerektiren olağanüstü kararlardır:

Millî sınırlar içinde vatan bir bütündür; parçalanamaz!

Yabancı işgal karşısında millet, kendisini savunacaktır!

Geçici bir hükûmet kurulacaktır!

Kuvayı Milliyeyi herkes tanıyacaktır!

Manda ve himaye kabul edilmeyecektir!

Bu kararlarda kesinlik var, kararlılık var, korkusuzluk var, cesaret var, meydan okuma var, ileriyi görmek var.

Düşününüz, altı yüz yıllık bir imparatorluğu haritadan silmek isteyen emperyalist güçlere karşı, devletin sahipleri ses çıkaramamıştı. Devletin bütün kaynaklarının yok edildiği Mondros ateşkes antlaşması yapılmış, ordu etkisiz hale getirilmişti. Bu devletin onuru, namusu sayılabilecek meclisi bile kapatılmıştı. Böyle bir ortamda, devletin bir avuç subayının arasından biri çıkıyor, işgal toprakları ortasında hiç kimseden korkmadan, çekinmeden, kararlılıkla bir kongre yapıyor, milli mücadeleyi başlatıyor; ve üç bucuk yıl süren direniş sonunda bütün dünyaya, ülkesini işgal etmeye gelen emperyalist güçlere, Türkiye Cumhuriyetini ilan ettiğini söylüyor. Kelimenin tam anlamıyla, tam da söylemek istediğimiz budur. Türk Altay Ruhu’nun günümüze yansıması, budur işte: bu cesurca, korkusuzca verilen karardır! Bugün dahi bu kararları alabilecek bir babayiğit yoktur! Ancak ve ancak Türk Altay Felsefesi’ni bilen insan böyle kararlar alabilirdi!

Tıpkı, ‘Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz!’ dediği gibi!

Tıpkı, her alanda: bağımsızlık, maliye, askeri, eğitim, siyasi, hariciye, donanma, silah, sağlık, üretim… Evet, her alanda çöküntüye uğramış; halkın artık savaşlardan bıktığı; halkın artık umutsuzluğa düştüğü; muhalif halkın manda ve himayeyi kabul ettiği bir dönemde; İngilizlerin, Fransızların, Yunanlıların, İtalyanların yurdun her karışını işgal ettiği bir anda, Ural Altay ruhuna inanan bir kişi çıkıyor, halkı direnişe davet ediyor, bütün yurtta halk bu direnişi kabul ediyor; yüzüğünü, bileziğini, buğdayını, mısırını ordusuna teslim ediyor; yaşlısı- genci, kadını- erkeği, zengini- yoksulu bir araya geliyor, birlik oluyor ve yeni bir ülke yaratılıyor!

Bu olağanüstü bir gelişmedir!

Türklerin gerçekleştirdiği, halkın direnişinin ön plana çıktığı Milli Mücadeleyi, tam anlamıyla Türk- Altay ruhunun yansıması olarak görebiliriz. Anadolu’nun saf, sade, kendi halinde olan Türk halkı, tıpkı Mete Han’dan Çin hakanının toprak parçası istemesi gibi, işgal güçleri Türk topraklarına ayak bastığı andan itibaren, o yokluklar içerisinde bile silaha sarılıp korkusuzca, kadını- erkeği milli mücadeleye katıldı. Türk insanı korkuyu, yokluğu düşünmedi; silahım, cephanem yok demedi, karnım aç demedi bağımsızlık mücadelesi verdi. Tüm haksızlıklara karşı kararlıydılar; bu kararlılıkları onlara büyük bir zafer getirmişti. Türk- Altay ruhuna inanmanın sonucuydu bu; çünkü bu insanların genlerinde vardı vatan savunması, bağımsızlık, milli birlik ruhu.

Bu başarılı süreci yürüten Mustafa Kemal’in temel dayanağı, Türk tarihini, Türk kültürünü enine boyuna araştırması; olaylardan ve kişilerden dersler çıkarması, çıkardığı dersleri uygulamaya geçirmesiydi. Zengin Türk uygarlık tarihi içerisinde şüphesiz Mustafa Kemal, Türk Altay Felsefesi’ni en iyi anlayanlardan biri olmuştur. Türk tarihinin kaynaklarının araştırılması için 1931 yılında Türk Tarih Kurumunu kurdurması, bence bunun en güzel kanıtıdır.

Türk Altay düşüncesine göre ulusun her ferdi katılımcıdır. Tıpkı Cumhuriyet yönetiminde olduğu gibi. Boylar- obalar milletin birliğidir. Bireyler kadın olsun erkek olsun fark etmez oba başkanını seçer, oba başkanlarına ‘TOYGUN’ denilirdi ve kurultayın temsilcileriydiler. Kağan- Hatun- Vezirler- Devlet memurları- Boy Beyleri- Komutanlar ve halkın ileri gelenleri kurultayı oluştururdu. Kurultay, devleti ilgilendiren konuların görüşülüp karara bağlandığı meclistir; tıpkı Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi.

Cumhuriyet kurulduğunda, mecliste halktan herkes vardı. Türklerde halk sınıflara ayrılmamıştı. Her bireyin ekonomik ve sosyal hakları vardı. Her şeyden önemlisi, ‘Halk devlet için değil; devlet halk için.’ ilkesi geçerliydi. Biz bu yüzden; ‘Köylü milletin efendisidir!’ ilkesiyle büyüdük; köylü- işçi sınıfı ya da zengin- fakir ayırımı yapmadık. Bağımsızlık temeldi; özgürlük ve bağımsızlık Türk milletinin ulusal karakteridir çünkü. Cumhuriyet bu ruh ile ilk önce kalkınmayı ele aldı. İlk adım eğitimde atıldı. Kültüre çok önem verildi. Devletin ve ulusun saygınlığından taviz verilmedi. Hangi şartlarda olursa olsun hukuk ön plandaydı. Hukukun ön planda olmasının en çarpıcı örneği, artık kulluk ve kölelik tarihe karışmıştı. Öyle ki, Türk Altay Felsefesi’nin, Cumhuriyetimize yansıdığı ilk dönemde adı Mustafa Kemal de olsa ön plana çıkarılmadı. Meclisin oyuna dikkat edildi. Büyük bir devlet adamlığı ve alçak gönüllülük gösteren Mustafa Kemal, vereceği kararlardan önce kurultayın kararlarına baktı. Çoğunluğun oyuna o da riayet etti. İlk dönem Cumhuriyet ilkelerinde saygı hakimdi. Tıpkı Mustafa Kemal’in sınıfta öğretmene gösterdiği saygı gibi. Tıpkı, Türk yazıtlarında: kuzunun dizlerinin üzerine çökerek annesini emmesi,’ gibi.

Türk- Altay Felsefesi ve bu ruhun günümüze yansıması, içinde bulunduğumuz ekonomik buhranın düzeltilmesi için; milli birliğimizi bozan siyasi kavgaların, rejim tartışmalarının sonlandırılması için; üretime dayanmayan ekonomi modellerinin terk edilmesi için; bilmin, eğitimin, sanatın ülke kalkınmasında olmazsa olmaz olduğu için; dünyanın yeniden şekillendirildiği siyasi ortamın, ürkütücü bir çıkmaz içinde olduğu için; komşu ülkelerde terörist çetelerin Türkiye’nin bütünlüğünü tehlikeye soktuğu için, çevre konusunda duyarlılık azaldığı için; kadın, çocuk cinayetleri gittikçe arttığı için Türk yönetimlerinin yapacağı tek şey Türk- Altay Felsefesi’nin hayata geçirilmesidir.

Dünya sadeliği, saflığı, ruhun saflığını, cesareti unuttuğu, umursamadığından dolayı; İnsanlığın geleceği tehlikeye sokulmuştur. Dünyanın büyük güçleri, güç sadece bende olsun, dünyaya sadece ben egemen olayım, sadece ben zengin olayım, dünyayı ilgilendiren siyasi kararları sadece ben verebilirim egosuna kapıldığı için insanlık tehlike altındadır.

Türk- Altay Felsefesi, simgesi olan Lotus (Nilüfer) çiçeği gibi sadeliği, saflığı, ruhun saflığını, temizliği, yeryüzünü, doğayı ön plana çıkaran bir güçtür. Dünyanın yaşadığı kaos için tek kurtuluş reçetesidir.

Mehmet Dağıstanlı

Eğitimci- Araştırmacı Yazar

1Türkiye’de ilk kez Prof. Dr. Turan Yazgan Hoca 2005 yılında, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın düzenlediği Türk Dünyası Çocuk Şenliği’nde, Türk- Altay felsefesinin özünü temsil eden Lotus (Nilüfer) çiçeğini kullanmıştı. Ayrıca bilim insanı Yaşar Çoruhlu’nun, “Lotus ikonografisi ve Uygur sanatında Lotus” başlıklı bilimsel bir makalesini de biliyoruz. Yaşar Çoruhlu Hoca Nilüfer çiçeğini, ‘Kesinlik, yeryüzü, hürriyet, saflık, temizlik gibi hususiyetler nilüferin simgelediği değerler arasındadır. Lotus, çamurun içerisinde kirlenmeden, dünyanın içerisinde doğmuş, fakat dünyanın üstünde yaşamış ve büyümüştür.’diyerek özetlemiştir.

2Coyr Yazıtı ya da Çoyren Bengi Taşı, Оrhun Irmağı yakınlarında bulundu. İkinci Göktürk Kağanlığı dönemi olan 7. Yüzyılda, şimdiye dek bulunan en eski yazıttır. 135 х 43 cm ebatlarında, kalınlığı 46 cm olan insan vücudu şeklinde bu taşın, ön tarafına oyulmuş altı satırdan ibaret yazı kazılmıştır.

3 Kozmogoni- (Evrendoğumu) Evrenin aslı, ortaya çıkışı ve gelişmesi üzerine bilim öncesi açıklamalar içeren ilim için kullanılan terim.                                                                                                                                                                                   

Share this content:

Erzurum Araştırmaları