İnsan cinsinin yeryüzünde var olduğu günden bugüne kadar gitmediği yer, ayak basmadığı toprak kalmamıştır. İnsan aklı, iradesi ve sezgisiyle taş, bakır, tunç devirlerini tamamlayıp tarım toplumuna doğru seyrederken kendine avlanabilecek alanlar, ekebilecek ovalar ve hayatın ön şartı olan sulak alanları keşfetmiş ve uzun bir maceradan sonra köy, kasaba ve şehirleri kurmuş tehlikelerden korunmak içinde kaleler inşa etmiş kendisi için korunaklı savunma alanları kurmuştur.
Orta Asya bozkırlarından kopup gelen Türk boyları yukarıdaki kurala uyarak yaylakları, otlakları ve müdafaası kolay alanları seçip yerleşmişler ve Selçuklu ve Osmanlı Medeniyetini kurmuş yaklaşık on asır insanlığa örnek olmuş, yol göstermişlerdir.
Türkistan’da; Buhara, Semerkant, Taşkent, Beş Balık, Urumçi, İran coğrafyasında Rey, Tebriz, Azerbaycan da Bakü, Gence şehirlerini inşa etmiş ve medeniyet mühürlerini toprağın bağrına vurmuşlardır.Türkler Anadolu coğrafyasında geldiklerinde Ahlât, Adilcevaz, Erciş yöresini şehirleştirip mamur hale getirmişler ve tarihe anit mezarların olduğu bölge olarak geçmesini sağlamışlardır. Şüphesiz bu macera Anadolu içlerinde, Balkanlarda Afrika’da devam etmiş Sudanın başkenti olan Hartum’u da dedelerimiz inşa etmişlerdir. Öyleki Osmanlı mimarları, ustaları Hicaz bölgesinde su kanalları inşa ederek hac yolunu susuzluktan kurtarılmış, Somali’nin başkentinin içme sularını sağlayan şebekeleri yapmışlardır.
Böyle engin, insan sevgisine dayanan mirasın temsilcisi olan Türk boyları Erzurum ve yöresinde de devir aldıkları eski mirası koruyup geliştirmişler ve 1078 yılından beri şehir işgallere, depremlere ve sellere göğüs gererek günümüze kadar gelebilmiştir.
Ecdadımız bir yerde inşa faaliyetine girerken şunu esas almıştır. “Şehrin merkezinde Ulu Cami türü ibadet yerleri, tüm beşeri faaliyetlerin bilgisini oluşturacak Medreseler, insan ihtiyaçlarının temeli olan hamam, tuvalet ve çeşmeler bunların etrafında vakıf müessesleri vücuda getirilmiş böylece şehrin ana merkezi getirim alanı olmaktan çıkarılmış ve toplumun yararlanacağı an mekânlar oluşturulmuştur”.
Şehirlerin karakteristik özelliklerinden birisi, medeniyetleri koruyup muhafaza etmesi ve gelecek kuşaklara ulaştırmasıyla doğru orantılıdır. Bosna’ya giderseniz Osmanlı, Avusturya Tito döneminin örnekleriyle, Venedik’e ve giderseniz tarihi yapıların korunmasıyla karşılaşırsınız. Bu şehir Erzurum olunca bu ayrımı yapmak oldukça zordur. Çünkü şehirde Bizans, Selçuklu, İlhanlı, Karakoyunlu- Akkoyunlu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini ayırt etmeniz zordur.
Şehir Milattan sonra 395’lerde kurulmasına karşılık İç kaleden başka bir kalıntı günümüze gelememiştir. Kalenin bugünkü hali Bizans değil Kanuni dönemindeki tamir izlerini taşır.
1078 yılında fetih edilen Erzurum yaklaşık 150 yıl Saltuklu beylerinin hükümdarlığı altında geçmesine karışık net bir tarihi eser görmek zordur. Ancak “Tepsi Minare ve Kale Mescidi” bu döneme ait yapılardır. Kale Mescidi dimdik ayakta durmasına karşılık sahipsiz, bakımsız,eski günlerini ararken şehir kimliğini nasıl koruyacak!
Ulu Cami ve bir şah eser olan Çifte Minareli Medrese( Hatuniye) kesin tarihleri belli olmamasına karşılık bu dönemin izlerini taşır. Yine Üç Kümbetlerde bu güzel tarihi eserlerden günümüze kadar gelebilenler arasındadır.
İlhanlılar döneminde ise Yakutiye, Ahmediye ve bugün yerinde yeller esen Sultaniye medreseleride 1310’dan sonra yapılan eserlerdir. Sultaniye medresesi ve külliyesi tam bir yerleşke üniversitesi hüviyetinde olmasına karşılık ne yazık ki günümüze gelememiştir.
Yakutiye medresesinden büyük olan sultaniye medresesi ile birlikte bir zamanlar yetimler hamamı olan “Yardım Sevenler” binası, hemen güneyinde zaviye ve onunda güneyinde “Kâbe Mescidi” bir bütünlük arz ediyor yukarıda belirttiğimiz, cami, mektep, medrese, hamam bütünlüğü 1900 yılına kadar gelebilmiştir
Hanlar, han odaları ve han kahvehaneleri Erzurum, şehir kültürünün ayrılmaz bir parçası iken günümüzde bunlardan eser kalmamış, 72 handan beş tanesi günümüze gelebilmiştir. Hal bu ki hanlar sekiz yüz yıllık bir medeniyetin insana hizmet eden en güzel eserlerdir. Anlatım örneğini “Han Duvarları” şiirinde bulan mekânlardı. Acılar, hasretler, kavuşmalar, yokluklar, hikâyeler ve anıların paylaşıldığı, dertlerin dinlendiği yerlerdi. Erzurum bunları kaybetmekle şehir kimliğini de o oranda kaybetmiştir.
Hamamlar; Erzurum şehir kimliğinde önemli bir yer tutar. Tarihi hamamlar Tam bir Osmanlı medeniyeti eseri olup günümüze kadar gelmişlerdir. Temizliğin, dostluğun merkezi olmuş, oğluna kız beğenen annelerin gelinlerini görüp beğendiği mekânlar olmuşlardır. Bugün bu özellik de yerini yeni metotlara bırakmış ve tarihi şehir kimliği de bir darbede buradan yemiştir.
Nazik çarşı civarındaki hanları yıkmakla, Kavaflar etrafındaki “Hanları, Medreseleri ve çarşısı hikâyecilerinin hikâyelerini anlattığı “İki Kapılı kahvehanesiyle” tarih yok edilirken, Nalbant Isak, Hafız Muğdat ve Behçet Mahirler” artık yetişmemektedir. Hikâyelerle bütünleşmiş şehrin bu özelliği yok olduğuna göre hangi kültürel kimliği geleceğe devir edeceğiz.
Âşıkların saz ve söz yarışına girdiği, dudakdeğmez türkülerin söylendiği, atışmaların tavan yaptığı, Reyhanî, Gülhani, Çobanoğlu, Mevlüt İhsani, Narmanlı Sümmani. Gibi saz ve söz ustalarının azaldığı bir şehirde kimlik kalır mı?
Habip Babanın “Tekke ve Konağının” sahipsiz kaldığı “Hacı Haşii Zadenin tekkesinin” yıkıldığı bir şehirde hangi kimlikten bahsedilebilir?
Onlarca Erzurum evleri ve konaklarının yıkılıp tarumar edildiği, birer kültür abideleri olan onlarca medresenin yıkılıp yok edildiği, kütüphanelerin, yazma eserlerin yerle bir edildiği yerde hangi kimlik kalıcı olabilir?
Bütün bu olayların yeniden doğru dürüst analizleri yapılarak şehir; Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyetin eserlerini, maddi ve manevi varlıklarını bir bütünlük içinde ele alıp çağın imkânlarını kullanarak geleceğe taşımayı becerebilmelidir. Erzurum’la ilgili bütün yazılı eseleri toplamış, yetiştirdiği büyük âlim, devlet adamı sanatkârlarını yazmış, ve kültürel varlıklarını koruyan bir şehir işte o zaman “şehir kimliği” korunmuş olur.
Unutulmamalıdır ki şehirlerin ruhu vardır. Kentlerin yoktur. Dadaşkent, Hilalkent, Yıldızkent, Yenişehir gibi yerleşim alanlarında gezdiğinizde bir şeyler hissedemezsiniz. Modern çağların Halk vaveylaları arasında yükselen uğultular bırakır ruhunuza. Mahallebaşının yıkılmış ara sakaklarında, Yeğenağa mahallesinin dar sokaklarında, Balyoz sokakta gezerken bir zamanlar Erzurum’un zenginliğini ve muhteşemliğini soluksuz izlerken, Rus, İran, Amerikan, Fransız konsolosluklarının görkemini hatırlarsınız. İşte bir şehrin kimliği ve kişiliği buralarda saklıdır.
Abdurrahman Zeynal