Kadim Şehrin Mimarisi
Kadim şehir Erzurum da mazinin meskenleri rakımdan kaynaklanan sert karasal iklimin etkisinde şekillenmişti. Şehrin mimarisine dair tarihi kaynaklardan elde edilen malumatlardaki ortak nokta şehrin iç içe geçmiş surlarla çevrili olduğu yönündedir. Sanayi Devrimi akabinde ateşli silahlarda meydana gelen menzil artışı sonucunda surların artık şehri korumakta yetersiz kalacağı kanaati ortaya çıkınca 19.Yüz Yılın ikinci yarısından itibaren tabyalara dayalı savunma sistemine geçilmesi kararlaştırılmıştı. Dış surlar yıkılarak buradan çıkarılan taşlarla: Büyük ve küçük Kiremitlik, Ahali, Toprak, Mecidiye ve Aziziye Tabyaları yapılmış böylece şehrin yeni silueti ortaya çıkmıştı.
Dış surların yıkılması sonucunda kale içinde sık dokulu, savunma amaçlı ve dar yolların ulaşımı sağladığı şehir planlaması önemini kaybetmişti. Şehir böylece daha geniş alana serpilme imkânı bulmuş, yollarda nispeten genişleme ortaya çıkmıştı. İç kaleye doğru radyal uzanan yollara surların ortadan kaldırılmasıyla şehrin ortasından geçen doğu batı doğrultulu yollar eklenmişti. Söz konusu yeni durum sonucunda taşa dayalı mimariyle konaklarla bezenmiş mahalleler ortaya çıkmıştı. Özgün şehir mimarisi Erzurum’u Türk Kültür ve Medeniyeti’nin övüncü yapmıştı. Nurettin TOPÇU bu durumu,”İstanbul ve Bursa’da her ne kadar Türk Mimarisi’nin eserleri vücuda getirilmiş olsa da Erzurum’un tipik mimarisi yanında sönük kalır” diyerek belirtmiştir.
Seksenli yılların başına kadar küçük çaplı tahribatlara rağmen özgünlüğünü korumuş şehir mimarisi; söz konusu yıllardan sonra kentleşmeye/ranta dayalı planlamalar sonrasında dikey yönde betonlaşmayla özgün mimarisinin yanında şehir olma vasfını da kaybetmişti.
Şehrin tahribata uğramadan önceki genel görünümü; taştan konakların süslediği sokaklarla, bu konaklar etrafında kümelenmiş yine taştan yapılmış evlerin oluşturduğu ihtişamlı mahallelerden ibaretti. Evler soğuğun ve malzemenin kıtlığından kaynaklanan zorunluluktan dolayı bir birlerinin şifa hakkına tecavüz etmeden sırt sırta veya yan yana dizilmiş bir şekilde sıralanıyordu. Taşın sertliği konutları güvenli kılarken, toprak damları ana kucağı sıcaklığı hissi uyandırırdı.
Camilerin, medreselerin ve ağaçların evlerin damlarından yüksekte oluşu; şehrin, temaşası ruhlara haz veren siluetiydi. Dikey doğrultuda yükselen dine ve ilme dair mimarinin şah eserlerinin aksine yatay doğrultuda konutlar arasında mütevazı görünüşleriyle türbeler, hamamlar, çeşmeler mahallelere dağılmış bir haldeki kamber taşından yapılmış mezarlıklar yalnızca yanlarına kadar gidenlerin görebilecekleri mimari güzelliklerdi. Şehre dışarıdan gelenler asumana doğru yükselen camii ve medrese minarelerinden bu belde halkının ilme önem veren muhafazakâr yanını zorlanmadan keşfederlerdi. Şehir halkı ise evler arasında birer inci misali saklanmış çeşmeleri, hamamları ve türbeleri hayatlarının bir parçası olmasından bilirlerdi.
Şair M. Emin ALPER bu durumu; ”Bu şehri her yüz metrede türbelerlekarşılaştığım ve kendimi her türbede Fatiha Suresi’ni okumak mecburiyetinde hissettiğim için seviyorum.” diyerek vurgulamıştır.
Şehrin mimarisinde Yirminci Yüz yıla kadar hâkim taş meskenler iken zamanla bunların arasına serpilmiş tuğladan yapılmış konutlar ve nadiren de olsa hımış evler de görülmeye başlamıştı. Resmi ve dini kurumlara ait binalara dışarıdan merdivenler çıkılarak girilirken, sivil konutlarda böyle bir durum söz konusu değildi. Erzurum şehrinin geçmişteki mimari tarzını merak edenler Karanlık Kümbet ile Habib Baba Kütüphanesi’nin bulunduğu sokağa dikkatli gözlerle bakarak bir tahmin yürütebilirler. Söz konusu saha tahribata uğramakla beraber halen aslnı nispeten korumaktadır.
Evler ahşap işlemeli tavanlı, kalın taş duvarlı ve toprak damlıydı. Kalın taş duvarlar arasında hatıl adı verilen tahta kirişler kullanılmıştı. Böyle yapılmasının sebebi deprem dalgalarının hatıllar tarafından emilmesiyle depremin yıkıcı etkisinin hafifletilmesi idi.
İç mekândaki bazı bölmeleri Bağdadi denen ahşaptan yapılmış ve içi talaşla doldurulmuş, üzeri alçıyla sıvanmış duvarlar birbirinden ayrılırdı. İlkbahar yağmurlarıyla boy veren otlar evlerin damlarını yeşil bir bahçeye çevirirdi. Kadınlar yağmur yağmadığı günlerde Sabah ve İkindi çaylarını hos kokulu bir yesil bahçede içerlerdi.
Yaz sıcaklarıyla otların kurumasıyla birlikte toprak damlar çocukların oyun alanına dönüşürdü. Hane sahipleri bu duruma biraz da oyun oynayan çocukların ayaklarıyla çiğnemesi sonucu toprağın sıkılaşmasına ve yağmur sularının içeri sızmasına engel olduğu için ses çıkarmazlardı.
Evler haremlik ve selamlık olmak üzere iç mekân planına sahipti. Söz konusu durum daha evin dış kapısından kendisini belli ederdi. Dışarıdan gelen birisi dış kapıdaki tokmaklardan kendi cinsiyetini belli eden ile kapıyı tıklatırdı. Gelen erkek ise tok ses çıkaran tokmakla, kadın ise tiz sesli tokmakla kapıyı tıklatırdı. Böylece içeridekiler kapıdan gelenin cinsiyetine göre tertiplenirdi. Kapıyı açmaya kapıyı tıklatanın hem cinsi giderdi. Evlerin dış kapısında bulunan tırhıç (ahşap çıtaların aralıklı ve çaprazlama dizilmesiyle gözenekli yapılmış ikinci bir kapı) hiçbir mimaride görülmeyen Erzurum’a ait bir husustu. Yaz aylarında kapı açık bırakıldığında veya kaldığında evin iç kısımlarının dışarıdan görülmesine mani olmasının yanında dışarıdan serin ve temiz havanın içeriye girmesine imkân tanırdı.
Anadolu’nun diğer şehirlerindeki mutfaklardan Erzurum evlerindeki tandır evi veya aşhane olarak isimlendirilen birim mimari tarzıyla ayrılırdı. “Kırlangıç Örtü” adıyla anılan bindirme hatıllarla oluşturulmuş kubbemsi bir örtüyle tandır evi örtülmüştür. Ahşap kubbenin zirvesinde ikinci bir kubbe şeklinde dört yöne bakan bir pencere mevcuttu. Kadınlar buradan düşen ışığın uzunluğuna ve konumuna bakarak vakti tahmin ederler. İşlerini saate bakmadan ona göre planlardılar.
Tek katlı evlerin aralarında bulunan çok katlı konakların birinci katlarındaki pencereler insan boyundan yüksekte konumlandırılmış böylece dışarıdan içeriye bakışın yanında içeriden dışarıya bakışın da önüne geçilmişti. Konakların birinci katları genelde müştemilat işlevinde olduğundan çalışanların dışarıdan gelen uyarıcılar tarafından dikkatlerinin dağıtılmasının önüne geçilmiş, işlerine yoğunlaşmaları amaçlanmıştı.
Erzurum geçmişte, Türklere özgü mimarisiyle medeniyet kuran ve bunu yaşatan şehirlerdendi.19.YY da bu şehirde altmışa yakın medresenin bulunması bu yüzden tesadüfî değildi. Her ne kadar son yıllarda devletler kentler ortaya çıkarmaya çalışsalar da zamanın ve kültürün imbiğinden geçmeyen bir yapılanmayla inşa edilmeyen yerleşmeler güdük kalacak ve medeniyete katkı sağlamayacaktır.. REŞAT COŞKUN