Hakan Hadi KADIOĞLU İle Röportaj
Hakan Hadi KADIOĞLU
Başarılı bir bilim insanı ve tıp doktoru olan Prof. Hakan Hadi Kadıoğlu araştırmacılık özelliğini kitaplarına yansıtmayı başarmış bir yazarımız. Özellikle yetiştiği ve yaşadığı coğrafyaya ilişkin aidiyet duygusunu ve sevgisini eserlerinin yazımında temel noktaya yerleştirmeye başarmıştır. Tarih, coğrafya, kültür araştırmalarının vermiş olduğu birikimini yerel çevrelerden edindiği bilgiler ile coğrafik etimolojik açıdan oldukça başarılı bir yazarımızdır.
1- Röportajların klasik sorusu ile başlayalım isterseniz. Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Eylül1960, Hasankale doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Erzurum’un Pasinler İlçesinde yaptım. 1977 yılında girdiğim Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’ nden 1983 yılında mezun oldum. 1983-85 yılları arasında zorunlu hizmetimi yaptım. 1985 yılında başladığım Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı’ndaki uzmanlık eğitimimi 1990 yılı sonunda tamamladım. 1991 Haziran-Eylül ayları arasında Zürih Üniversitesi Nöroşirürji Departmanında gözlemci olarak bulundum ve bu süre içinde mikroşirürji laboratuarında eğitim gördüm. 1992 yılı Nisan ayında Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı’nda yardımcı doçentliğe atandım. 01.10.1996 yılında girdiğim sınav sonucunda doçent ünvanını aldım. 1994-98 arasında Atatürk Üni., Sağlık Bil. Ens.de Anatomi doktoramı yaptım. 2001 yılında profesörlüğe yükseltildim. 1997 Ocak ayında atandığım ve Ocak 2001’de ayrıldığım Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı Başkanlığı’na 2012 yılındaki seçilerek tekrar atandım; halen bu görevi sürdürmekteyim. Ulusal ve Uluslararası araştırma makaleleri, bildirilerim, kitap kısmı ve kitap yazarlığım bulunmaktadır.
1994–2000 öğretim yılları arasında Fakülte Eğitim Komisyonu üyeliği, 1998–2000 yılları arasında Başhekim Yardımcılığı, Satınalma Komisyon Başkanlığı, Fakülte Etik Kurul raportörlüğü görevlerinde bulundum. 1995–2010 yılları arasında Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi editörlük ve teknik sorumluluğu görevini yaptım. Ayrıca Atatürk Üniversitesi Deneysel Araştırma Merkezi’ni kurdum ve 1999–2001 arasında müdürlüğünü yaptım. 2003-2007 yılları arasında S.B. Sağlık Hizmet Binaları Mimari programlarını belirleme kurulunda görevlendirildim. Yüksek Sağlık Şurası üyeliği, Atatürk Üni Spor Bilimleri Fakültesi Yönetim Kurul Üyeliği, Tıp Fakültesi senatörlüğü yaptım. 2018’den itibaren Atatürk Üniversitesi Yayınevi Yönetim Kurul üyeliği yapmaktayım.
Mesleki kuruluşlardan TND, SSCD, TNA ve TBB; sosyal kuruluşlardan TYB, GESAM, İLESAM, HASDER, TDED, ERVAK, Şehirder’in üyesiyim.
1980’li yıllarda ‘Pasinler’in Sesi’ gazetesinde yazmaya başladım; Doğunun Sesi, Dr. Dadaş, Konevi, Töre, Şiir Defteri, Karçiçeği, Mina, 2023, Barem, Beyazdoğu, Beyazşehir, Dil ve Edebiyat dergilerinde şiir, yazı ve desenler yayımladım. Siyah (1991, 2005) ve Eylül için Kırk Şiir (2006), İkindi Temrinleri (2020) adlı üç şiir, Kutlu Pasin’in Kutlu Yedi Ereni (2010), Beyazdoğu Yazıları (2010) ‘Bir Pasin Kitabı’ (2020) ve ‘Beyazşehir Yazıları’ (2022) adlı dört araştırma kitabım ile ‘Geçmiş Zaman Karalamaları’ (2021) isimli deneme kitabım basıldı. ‘Osman Siraceddin’in Miraciyesi’ adlı kitabım ise baskıya hazır halde beklemektedir.
Berrin Göktuğ hanımla evli (1991), Cemre Çise ve Yağızalp’in babasıyım.
2- Edebiyat hayatınız nasıl başladı ve eserlerinizde Erzurum’u konu edinmeye nasıl karar verdiniz?
Edebiyata demeyelim de yazmaya onlu yaşlarımda başladım. Bunlar kendime ve yakın çevremi muhatap alan inceleme, tenkit niteliğinde kısa yazılardı. Tabiatıyla bu arada manzum da yazmaya çalışıyordum.
Fakülte yıllarımda daha çok düşünce yazıları kaleme aldım. Aynı yıllarda yerel fiziki, düzen, mekân ve sosyal konular üzerine fıkralar kaleme almaya başladım. Bunlardaki temel fikir beğenmediğim, yanlış veya hatalı bulduğum hususlarda diğerkâmlıkla çözüm önerilerinde bulunmak; yöntem yerel gazetelerde fıkra yazmaktan ibaretti. Bunlar ileride yaşadığım mekânı geçmişi, hali ve geleceği ile çok katmanlı, fakat bir arada anlayıp anlatmaya evrilecekti.
3- Sizce şehir edebiyatı nedir ve Erzurum edebiyatının şehir edebiyatı açısından konumu nedir? Biraz daha açarsak Erzurum’a değer katan bir edebiyat anlayışı mı var, yoksa edebiyata konu olan bir Erzurum mu var?
Şehir edebiyatı diye kesin ve açık bir tanım yapmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Herhangi bir şehrin entelektüellerinin, edip ve şairlerinin ürettikleri edebiyattır şeklinde yapılacak tanım eksik ve dar kapsamlı olur. Çünkü bu gruptaki eser sahipleri hem eserleri ve eserlerinin vasıf ve mahiyetleri hem kendilerinin eğitim ve fikri çeşitlilikleri benzerlik ve ortak bir taraftan çok ayrılıklar taşır. Şehir edebiyatı kavramı varsa bunun kavram olarak anlamını şehirde üretilen edebiyat şeklinde algılamak gerekir, fakat bu tanım da maluldür. Bir ‘şehir’ farklı edebi tarzlardaki ürünlerde konu olarak veya ad olarak yer alabilir. Eser sahiplerinin yaşadıkları şehir dikkate alınmadan bir şehri değişik özellik/ler/i, nitelik/ler/i ve/ veya diğer herhangi bir tarafıyla konu alarak ya da temas ederek ortaya çıkardıkları edebiyattır ifadesiyle yapılacak tanımın ise belirleme ve tanımlama da yapmayı fevkalade zorlayacak bir genişlik ve belirsizlikte olacaktır. Basitçe bir şehrin konu alındığı, eserin ana mekânı olarak bir şehrin seçildiği, bir şehrin değişik yönleriyle betimlendiği, anlatıldığı eserlerin oluşturacağı edebiyata da şehir edebiyatı denilemeyeceği kanısındayım. Bütün bunlardan sonra bir şehirde üretilen eserlere o kentin bibliyografisi denebilir, edebiyatı denemez. Benzer biçimde bir şehri kısmen veya tamamen konu edinen edebi eserlere de “A” şehri üzerine şiirler, öyküler, romanlar denir. Bu eserleri üretenlerin o kentte yaşamasını gerektirmeyeceği gibi eser sahipleri arasında da üslup, düşünce, yaklaşım ve daha birçok yönden benzeşmesini de gerektirmeyeceğinden bunları o şehrin edebiyatı olarak görmenin kusurlu bir kabul olduğu kanısındayım. Ancak onları bir şehire güzelleme olarak görebiliriz.
Bir şehirde üretilen edebi eserler olarak yapılacak tanımda farklı türlerde ve farklı edebi akım/ okullar doğrultusunda ortaya konan edebi faaliyet ve ürünler anlatılır. Buna göre bir şehir edebiyatı anlayışının şehrimiz için olmadığı, oluşmadığı kanısındayım. Şehrimizle ilgili ürünler daha çok geçmişe, güne ait araştırma yazılarıdır. Haddi zatında bunları ve hatta edipler, şairler hakkında olanları edebi eser olarak görmek münakaşalı durum yaratır. Bu gruba dâhil edilebilecek eserler açısından bakıldığında da şehrimizin olması gereken ya da arzu ettiğimiz nicelik ve nitelikte bir edebiyat ortamına sahip olmadığı düşüncesindeyim.
Bir edebi üründe şehrin konu edilmesi, betimlenmesi okurlarda o şehre yönelik bir duygu ve düşünce atmosferi oluşturabilir. Bu ise merak duyan, ilgilenen insanlarda söz konusu şehri bizatihi görmek, ziyaret etmek arzusu uyandırabilir. Anlatılanlarla o kent hakkında ‘edebi’ de olsa bir kanı oluşturulmuş olabilir ki bu edebi eserin, doğrusu yazarının kabiliyet ve kapasitesine bağlıdır. Bu evrenin büyüklüğü, genişliği üretilen eserin yayımının yaygınlığı, ulaştırılabildiği okur çokluğuyla doğrudan bağıntılıdır. Şehrimizin en büyük zafiyetinin bu durum olduğu aşikârdır.
Şehir edebiyatı kavramı kent/ şehir ile ilgili, ilintili olan edebi eserler olarak düşünüldüğünde yanında kasaba, köy edebiyatı gibi kavramlar kendiliğinden ortaya çıkar. Çünkü edebiyat, insanın etrafıyla olan her tür ilişkisinin yazıya, sanata aktarımından başka bir şey değildir. Bu ise onu sürekli devinim içerisinde seyretmeye zorlar.
Kent, kentli ve o kentli olanı sevmek ile kurulacak duygulanım ve düşünce dünyası, yaratılış ve töreli olmak gibi değişik sözcüklerle açıklanabilir. Yine kişinin zaman akışında bulunduğu mekânla kurduğu bağlar, algılar aynı zamanda tarih ve evrenle arasında tesis olmaktadır. Zaman hal ya da geleceğe ait olsa da yazıya geçtiğinde geçmişe ait olur. Mekân ise evden evrene kadar genişleyen boyutta olabilir. İnsanın bunlarla ilişkisi birebir etkileşimdir. Söz konusu etkileşim aslında sonsuz sayıda çok katmanlı, çok düzlemli ve çok öğelidir. Bu yolla kişi öteki ve diğerlerini tanımlayabilir ve kendisini konumlandırabilir. Kişinin yaşadığı sürece içinde bulunduğu mekânla kurduğu ilişki geçmişini, belleğini, kişiliğini biçimlendirir. Bu bakışla şehirlerin, edebi açıdan önemli bir belirleyici olduğu ve insanın üreteceği eserleri şekillendirecek bir boyut kazandığı söylenebilir. Tüm maddi unsurlarıyla insan için kültürel değerlerin solunduğu, idrak edildiği, beğeni ölçütlerin şekillendiği şehirler aynı zamanda kişinin bu öğelerle sıkı bir bağının olduğunu sürekli olarak hatırlatır. Dolayısıyla geleceğe uzanılacak, yaşatılacak bir ilgi ve özeni beklemektedir, şehirler.
Bütün bu özellikler kişisel deneyimle kazanılır ve kişiye özgüdür. Aynı zaman kesitinde aynı mekânda bulunan her insan kendi evreni içinde etkilenir; her insanın deneyimi kendisidir. Aslında bu algı, etkilenme ve duygulanımın düşünce süreci sonucunda sözle dışa aktarımı olan edebiyatın kişisel ve özgün olduğunun ifadesidir. İnsanın, beyni gibi çok katmanlı ve çok bağlantılı olan dünyası “bağlantısal yaşamdaşlık” içerisindedir. Buna dayanarak sürekli değişen ve çok değişkenli olan hayatın her anının ve hatta her hatırlamada yeniden oluşan bellek kaydının da sürekli değişen, çoklu değişkenli bir devinim içerisinde olacağı açıktır. Daha berrak söylemle etrafımdaki eşya ile olan münasebetimin süresi eskidikçe bağlanma oranım artar. Her insanda da böyle olduğunu düşünüyorum. Bu bağların hatırlama, yeni şeyler düşünme ve üretmede temel oluşturduğu kanısındayım. Kişinin hem kendisi ve kendi geçmişiyle hem etrafı yani toplumla bağları bu hafıza sayesinde var olur. Her eksilme bu belleğe musallat olan marazi sonuç doğurur, kendiliği, benliği zayıflatır; yavaş yavaş tahrip eder.
Bir şehri var eden içinde bulunduğu maddi coğrafyanın mecburiyetleri kadar ve belki daha çok manevi ve bedii değerleridir. Bunlar mekânları, doğal olarak insanı ve toplumu zaman içerisinde birbirine bağlar, birinden diğerine aktarır. Şehirleri birbirinden farklı kılanda budur. Çağdaş daha sağlıklı deyişle “popüler” devir şehirleri, insanları tek tipleştirme ve benzeştirme yönünde hızla ilerlemektedir. Bu ise farklı olmak, farklı eser üretmek için direnmeyi gerektirmektedir.
Edebiyatın bu gidişten etkilenmemesi mümkün değildir. Edebiyat doğası itibarıyla ne kadar yenilikçi olursa olsun eser verdiği, ürün ortaya çıkardığı ve kendi akımının kurallarını belirlediğinde ‘klasikleşir’ ve tutucu olur.
4- Şehir edebiyatı insanların şehirle kurmuş olduğu ilişkiyi yansıtır. Bu ilişkiyi aktarırken şehrin tarihi, toplumsal olaylar, kişilerin psikolojisi ve mekânlar gibi şehrin değişik katmanlarından etkilenir. Böylece her edebiyatçı kendine özgün bir şehir bilinci oluşturarak bunu eserlerine yansıtır. Sizin şehir bilincinizin oluşmasına hangi şehir katmanı ya da katmanları ne oranda etkili olmuştur ve bunu eserlerinize aktarımınız nasıl olmuştur?
Yukarıda ifade ettiğim üzere ‘şehir edebiyatı’nın açık seçik, tek bir tanımının yapılamayacağının kabulü ve sorunuzda yer alan saptamalara cevap olmayacak biçimde şu cevabı verebilirim; araştıran, yazan insan merak içerisindedir. Bu saikle yazılarının, araştırmalarının üzerine oturduğu veriler, hangi zaman dilimine ait olursa olsun bir biçimde birbirleriyle bağıntılı ve örüntülü olmak zorundadır. Çünkü edebi eserleri yazacak olan da insandır, yazılacak olan da insana ilişkindir. İşte edebiyatçının eserlerinin malzemesinin kendi algılama, duyma, duyumsaması ve zihni faaliyet zenginliğinin ürünü olması doğal ve kaçınılmazdır. Bir insan an içinde nasıl geçmişe, geleceğe ve hale ait ise yazacaklarının da aynı bağlamda olacağı düşüncesinden hareketle (ve edebiyatçı olarak nitelenmenizden hoşnut olmakla birlikte) yazılarımı yaşadığım yeri taşıyla, toprağıyla, hal ve geçmişiyle tanıma, anlama ve anlatma gayreti sonucunda dünden bugüne ve hali ile ifade ettim. Ürettiğim yazı/ kitaplara ne kadar yansıtabildiğim ve başardığım ise okuyucunun takdirindedir.
5- Şehir edebiyatçısı şehrin yorumunu edebi olarak yapar. Bir Erzurum şehir edebiyatçısı olarak Erzurum yorumunuzu özetler misiniz? Bu yorumda Erzurum’dan mı ilham aldınız yoksa görmek ve yaşamak istediğiniz Erzurum mu etkili oldu? Soruyu daha da açmamız gerekirse Erzurum’a dışarıdan mı baktınız yoksa şehirde yaşayan ve mücadele eden bir kişilik olarak kimlik arayışında mı bulundunuz?
Benim yazdıklarım doğal olarak her ne kadar etrafımdan esinlenerek, duyumsayarak üretilmişlerse de doğrudan tanımlama, betimleme gibi gayretinde olmadım. İçlerinde, aralarında bu gibi öğeler varsa da özellikle bu yolu tercih ettiğim pek söylenemez. Erzurum’a dair betimlememi ise bir yazımda kullandığım şu ifadeyle nakledebilirim: “Kalabalıktan, yığınlardan, sıradanlıktan uzaklaşma, yalnızlığa, birliğe BİR olana vasıl olmanın vasıtasıdır dağ, dağlar. Herkesin dağı vardır, BİR ile bir olmak için. En büyük aşılacak dağ kişinin kendisidir, benidir, belki. Kimi için Fuji’dir, kimi için Olimpos. Tur’da, Zeytin’de, Hira’da da aranan hep O’dur. Dedik ya herkesin bir dağı, aşacağı yolu, varacağı menzili vardır. Erzurum için, Erzurumlu için bu yerdir Palandöken. Ebul Hayr Rumî’nin Şehr-i Erzurum’undan kaçacakların melcesidir. Kimisi dağlara ad verildiğini söyler ve belki dağlar adını verir kimilerine. Ama öz aynıdır; kendinden kendine seyahattir dağa çıkmak. Ve belki bir tür miracıdır kişinin kalabalıktan, çokluktan yalnızlığa, birliğe, BİR olana doğru.”
İnsan hatırlayabildiği kadar kendisidir. İnsanın belleğindeki biriktirdiklerinin doğduğu, yaşadığı şehire ait olanları hem sayıca çoktur hem bunların belirleyici güçleri vardır. Yine bir yerde yazdığım şekliyle “Geçmişi tek düzlemde hatırlamak mümkün değil. Aynen içinde olduğumuz anı yaşarken olduğu gibi çok yönlü, çok katmanlı. Beynin işlevlerine göre saklanır anılar. Ve derinlerde bir yerde bunları sevk ve idare eden, saklayan harcayan bir bellek merkezi var. Ancak bu kuramsaldır hâlâ.
Bellek ve anımsama muhteşem bir olgu ve her yönüyle bir anda anlaşılması zor süreçtir. Bir o kadar da korkutucu ve dehşetengizdir. Değer biçilemez lütuftur bellek… Aynı kıymettedir unutmak da… Hiçbir şeyi unutmamak aynen her şeyi ya da bir şeyleri hatırlayamamak kadar marazîdir ya da bizzat maraz; mistik bakışla belki ağır bir cezadır. Kentlerin durumu da aynıdır. Kent belleği kent ile hemhal olmuş, özdeşleşmiş insanların hatırladıklarıyla kaimdir. Şehrin bellek yitimi de kim olduğunu bilmemekle kendini gösteren bir hastalıktır.”
Kente dışarıdan bakmak, nesnel, objektif olabilmek edebi eserlerden çok düşünsel, akademik yazılara özgü olsa gerektir. Yapı olarak her ne kadar kabul etmesem de muhafazakârımdır. Ancak muhafazakârlığımın ilkel, bağnaz olarak düşünülmemesini isterim. Ben yerel olanın çağdaş yöntem, araç ve biçimlerle sürekli işlenerek evrensel olunacağına inanıyorum. Bunun ise sürekli yenilenmeyi, “güncellenmeyi” gerektirdiği kanısındayım. Temel insani değerlerin ve özellikle bunların yaşadığım şehirdeki kazandığı biçim ve kapsamıyla sürdürülerek yaşatılmasının isabetli olacağı kanısındayım.
6- Edebiyatın, şehrin markalaşması, kimliğinin oturması ve aktarılması, şehir belleğinin yaşatılması açısından katkıları nedir? Sizin eserlerinizin bu açıdan Erzurum’a kattığı değer nedir?
Edebiyat bedii bir san ’attır. Onun gündelik söylem ve yaklaşımlarla sıradanlaştırılmaması gerekir. Son zamanlarda, bana göre marazî bir yaklaşımla dile pelesenk olan “trend topic”, “popülist” gibi ifadelerdendir; “şehrin markalaşması”, “kimliğin oturması”. Kanımca bir şehir kendisi olmayı başardığı ölçüde özgündür. Bir şehrin ticari bir meta gibi telakki edildiği hissini uyandıran markalaşma deyişini ise sanatla, edebiyatla bir araya getiremiyorum. İçinde yaşadığın yerin, devrin son derece girift örüntüler içerisindeki sorunlarını dert edinmek, bunları sanatıyla, düşüncesiyle dile getirip kendince çözüm önermek durumunda olan sanatkâr ve edip bu kaygılardan uzak olmalıdır. Bu bakış açısıyla Erzurum’a özgü bir edebiyat olamayacağı sonucuna ulaşırız. Erzurum’da edebiyatın değişik türlerinde eser üreten ve eserleri ulusal düzeyde kabul gören edebiyatçıların olduğu ise bir hakikattir. Kanımca üretilecek yüksek nitelikli eserler eni sonu Erzurum’a değer katar.
Benim ürettiklerimi zamana bir tespit bırakmak olarak niteleyebiliriz. Belki bu bir emanettir, ben de yazan olarak emanetçi. Zira kişi zaman ve mekâna bağımlı olduğundan yaşayıp geçtiği zamana, mekâna yazarak sahip çıkmakta, anı tespit etmekte ve belki geleceğe taşımaktadır. İnsan, zamandan ve mekândan bağımsız değildir. Bir bakışa göre insanların birlikte yaşamalarının “zamanı tarih, mekânı ise daha çok şehirdir.” Yazılanlara sahip çıkılması, benimsenmesi toplumun, özellikle entelektüellerinin inisiyatifindedir; edebi değerini ise okuyan ve edebiyatçılar belirler. ERZURUM SEVASI DERGİSİ