BENGİSU

BENGİSU

BENGİSU

17 Ağustos depremi bütün ülkeyi yasa boğmuştu. Depremin korkunç etkisini gösterdiği yerlerde akrabaları olanlarda yeis tüm haşmetiyle kendisini gösteriyordu. İnsanlar bulabildikleri ulaşım araçlarıyla akın akın yakınlarının akıbetlerini öğrenmek amacıyla zelzele bölgesine bir an önce ulaşmanın telaşındaydılar. Bunlardan biri de Yusuf’tu. Otobüste biraz da çevresini kullanarak zar zor yer bulmuştu. Yıllar önce evlenen daha doğrusu kendisinin ve ağabeylerinin onay vermediği bir evlilik yapan kız kardeşinin yanına gidiyordu.

İçinde ilk defa böylesine karmaşa hüküm sürüyordu. Aklına kardeşiyle ve onun ailesiyle ilgili değişik ihtimalleri getiriyor, biri hariç diğer ihtimallerin tümüne üzülüyordu. Nedense eniştesinin ölebilmiş olabileceğiyle ilgili sonuca bir türlü üzülemiyordu. Bu düşüncesinden dolayı kendini kınamasına rağmen yine de bu duygusu değişmeden hep aynı kalıyordu.. “Bir insanı yaşatanı bütün insanlığı yaşatmış “gibi olacağını biliyor olması da bu duygusunu bir türlü değiştirmiyordu. Kendi kendine eniştesi için; ne yapayım, o da bende bu duygunun alt yapısının mimarı olmasaydı diyordu. Böylece kendi kendini teselli ediyordu. Kardeşi evleneli tam on dört yıl olmuştu…. Bu süre zarfında eniştesiyle en fazla iki, bilemedin üç defa bir araya gelmişler, tümünden de neredeyse kavgalı ayrılmışlardı. Bir araya geldikleri zoraki beraberliklerde kardeşinin hatırına, çıkan bütün tartışmaların gönüllü ve mecburi suçlusu hep o olmuştu. Öfkesinin sel gibi taşıp önüne kattığı her şeyi sürükleyip götüreceği sırada babasının kardeşlerine anlattığı menkıbeyi hatırlayarak içindeki öfkesini yenebilmişti. Babası görmüş geçirmiş, insanlara sofrasını ve kapısını açmış, fikir sancısı ve gönül çilesi çekmiş bir adamdı.. Yıllar önce bu dünyaya veda etmiş olmasına rağmen; hala insanlar arasında ömrüyle olmasa da adıyla yaşıyordu. Adı şehirde ve insanlar arasında bu gün de geçer akçeydi. Yusuf bazen bu yaşa gelmiş olmasına rağmen onun şanının gölgesinde yaşamaktan sıkıldığı da olmuyor değildi. Bu kızgınlığı masumcaydı. Hadi ben küçüktüm babam öldüğünde. Neden kardeşlerimden birisi onu iyilikte geçmedi diyerekten kendi kendine üzülüyordu. İlerlemenin olabilmesi için böyle olması gerektiğini kendilerine babası öğretmişti. Babayı oğlu, öğretmenini öğrencisi, ustasını çırağı geçmeliydi ki ülkeler ve toplumlar ilerleye bilsin. İnsanların iyilikte yarışmadığı yerde hayır olmazdı.. Hatırladığı menkıbeyi, ağabeylerinin evin ilk eniştesi olan Necati için babalarının göstermiş olduğu saygıya içerlemeleri ve ona kızmalarından ötürü babası onlara anlatmıştı. Onlar; baba, dün bir bu gün iki, hem o eloğlu, neden bu kadar saygı duyuyorsun ki diye direttiklerinde, onları etrafına toplamış, eniştesine evlatlarından çok özen gösteren adamın menkıbesini anlatmıştı: Adamın birisi eniştesine oğullarından daha çok saygı gösterirmiş. Hatta o kendisini ziyarete gelince altına minder bile koyarmış, hatırını hep hoş tutarmış, ağarmış sakalına, ilerlemiş yaşına aldırmadan. Onun da evlatları sizin gibi adamcağıza kızarlarmış. Baba yine böyle bir günde çocuklarının her zamanki şikâyetlerini yapmalarına fırsat vermeden onları susturmuş, hanımına odayı perdeyle ikiye böldürmüş. Eşiyle birlikte misafirliğe gelen kızının soyunarak perdenin arkasına girmesini istemiş, bu arzusu kerimesince yerine getirilince de hanımına perdeyi açtırmış. Soyunuk bir vaziyette olan kızı, şaşkınlık ve utanç içinde koşarak kocasının arkasına sığınmış. Baba, bu defa kızıyla eniştesinin birlikte başka bir odaya geçmeleri ricasında bulunmuş. Bu arzusu gerçekleştikten! Sonra çocuklarına: Evlatlarım, elbette siz bana damadımdan sevgilisiniz. Lakin gördüğünüz gibi kız kardeşiniz babası olmama rağmen benim kardeşleri olmanıza rağmen sizin arkanıza sığınmadı. Eloğlu dediğiniz, kocasının ardına sindi. O bizim namusumuzun emanetçisi olduğu için ona bu kadar saygı duyuyorum demiş… Bundan sonra babalarının saygısını sorgulayan çıkmadığı gibi aynı saygıyı kendileri de eniştelerine karşı esirgemedi. İşte bu menkıbeydi eniştesine karşı haklı olduğu bütün tartışmalardan kendi iradesiyle vaz geçiren olay. Ne kadar kötü olursa olsun ona namusları emanetti. İlahi bir mani olmadığı müddetçe de bu böyle devam edecekti. Bu durumun istisnası ölümdü eniştesinin onu istememesiydi veya ölümüydü. Çünkü kız kardeşi büyüklerinin bütün karşı çıkmalarına rağmen kendi yüreğini ortaya koyarak, onu tüm içtenliğiyle ona kaçacak derecede sevmişti.. Bundan dolayı da kan kussa da kızılcık şerbeti içtim diyerek hatasına katlanıyordu. Bu katlanış bir nevi kendisine vermiş olduğu cezaydı. Gel gidelim dense de yine gelmeyecekti…. Yusuf bütün bunları bilmiş olmanın ağırlığıyla otobüsteki yolculuğuna devam ediyordu. Acaba ölmemişse bu adamla kim bilir yine hangi tartışmaları yaşayacaktı?

Otobüs deprem bölgesine girmeye başlamıştı. Bunu binalardaki çatlaklardan anlıyordu. Merkeze doğru ilerledikçe çatlaklar yarıklara dönüşüyor, yıkımların boyutu giderek artıyor, kesif bir ölü insan kokusu etrafa yayılıyordu. Hayatında ilk defa bu kadar korkunç manzarayla karşılaşıyordu. İnsanlar yıkılan binaların molozları arasında çaresiz bir şekilde kendilerinin bir an önce kurtarılmasını bekliyorlardı. Bu ölüler ve diriler için yegâne gayeydi. Yaralılar iniltileriyle hastanelere, ölülerse suskunluklarındaki sesle bir an önce mezarlarına gitmek ister gibiydiler. Yusuf; annesinin ve babasının hüngür hüngür ağladığı ölümlerine neredeyse şimdi seviniyor gibiydi! Burada bir şeyi daha öğrenmişti. Bir insanın öldükten sonra inançları doğrultusunda naaşı yıkanarak, namazı kılınarak, dostlarının omuzlarında taşınarak ve helallik alındıktan sonra defnedilmesi ne büyük bir nimetti.

Annesinin ve babasının böyle bir ölümle öldükleri için yaratıcıya şükretti. Yetim ve öksüzlüğüne ilk kez sevindi. Kendisinin de tıpkı onlar gibi bir ölümle ölmesini Mevla’dan niyaz etti. Artık depremin oldukça etkili olduğu kardeşinin de yaşadığı ildeydi. Buradaki irtibat bürosuna telaşlı adımlarla hiçbir şey düşünmeden ve hissetmeden girdi. Artık kanı donmuş, aklı işlevini yitirmiş durumdaydı. Kalbinin küt küt atışlarını da duymasa kendisinin robot olduğuna inanacaktı. Bu bürodan Kardeşinin, sahildeki bir parkta Kızılay’ın vermiş olduğu çadırların birinde kaldıklarını öğrendi. Koşar adımlarla çadırların bulunduğu alana doğru yol aldı. Vardığında kardeşinin ailesiyle felaketten sağ salim kurtulduğunu gördü. İçindeki duygular yine savrulmuştu ve iradesi küçüklüğünde bin bir zorlukla yakaladıktan sonra elinden kaçırdığı kuşlar gibiydi. Bu duygulara kardeşinin evlendiği ilk günden aşinaydı. Kardeşi ve yeğenleriyle içtenlikle kucaklaşmasına karşılık, eniştesiyle ki içtenlikten ıraktı. Sadece sıradan bir merhabalaşmaydı o kadar. Kısa süreli oturmadan sonra çadırlara yardım malzemesi gelmiş nidasıyla çadır kent hareketlendi. İnsanlar yardım malzemesinin dağıtıldığı kamyonlara doğru yola koyuldular. Kimi koşuyor, kimi yürüyordu. Aslında yoldaki yürüme tarzları onların insanlık derecelerinin de bir nevi göstergesiydi. Koşar adımlarla gidenler yağmacı yürüyerek gidenler sadece ihtiyaçlıydılar ve zaten onlar için bu yoldan başka çıkar bir yol da kalmamıştı.

Yusuf yanılmamıştı, eniştesi de koşanların en önde gideniydi. Adımlarından hala değişmediği hatta menfi yönde ilerlediği aşikârdı! Oysa son görüşmelerinin üzerinden sekiz yıl geçmişti. İhtimal vermemekle beraber bazen kendi kendisine yaşı ilerlemiş, belki kemale ermiştir diye düşündüğü de olmuştu. Ama can çıksa da huy çıkmıyordu. Bunu şimdi bir kez daha yaşayarak tecrübe ediyordu. Külliyetli servetine rağmen eli sıkılıktan sanki ihtiyaçlıların en ihtiyaçlısıydı. Bu uğurda her türlü arsızlıktan ve kavgalardan çekinmiyordu….ilk partiden elindeki paketlerle sevinçle döndü. Telaşla çocukları ve eşini apar topar topladı. Onları apar topar yeni yardım kuyruklarına sokmak üzere yanına alıp götürdü. Her gidişin dönüşünde hırsı daha da artıyor sarsıntılardan hiç etkilenmemiş olan evini yağmaladığı malzemelerle tıka basa dolduruyordu. Çocukları bunu oyun sanıyor, hanımı ise utana sıkıla bir tatsızlık çıkmaması için zoraki katılıyor, kardeşine lisani hal ile özürlerini bildiriyordu. Huyunu bilmese neredeyse kayınına da gel diyecekti. Ama onu tanıdığından ve malzeme kalmayacağı korkusundan bu fikrinden caydı. Onlar gidince canı sıkılan Yusuf komşu çadırlardan birinde iki yaşlı çiftin haricinde kimsenin çadırlarda kalmadığını fark etti. Kendi kendisine demek ki bunlar yaşlı ve yardım malzemesi alacak kimseleri yok diye içinden geçirdi. Aman olmazsa olmasın, ben de onların bir evladı sayılırım dedi, yola koyuldu. Bisküvi ve süt dağıtımı yapılan bir yardım kamyonundan verilen torbaları aldı ve yola koyuldu. Aldıklarının yaşlıların hoşnut olacağı türden nevaleler olduğu fikrindeydi. Kendisi için almadığından çekinmeden epeyce bir malzeme almıştı. Hem ihtiyarcağızlar için kendisinden başka kim gidip kuyruklarda vakit geçirirdi ki? Güç bela taşıdığı erzakları yaşlı çiftin çadırının önüne bıraktı. Ailenin erkeği olan Mehmet amca: Evlat sizinkiler henüz dönmedi. Meraklanma istersen elindekileri bırak git. Onlar gelene kadar ben erzaklarına göz kulak olurum deyince, Yusuf: Yok amca, bunları ben sizin için aldım. Bakın hem sizin yiyebileceğiniz türden gıdalar bunlar. Niye zahmet ettin yavrucum sorusuna? Herkes gidince bir şeyler almaya, siz burada kalınca içerledim. Ben de sizler için alayım dedi.

Bunun üzerine Mehmet Amca: Evlat kusura bakma. Ne bileyim. Seni de onun gibi sandım. Bundan dolayı da senin bizlere onları alabileceğine ihtimal vermedim. Kusura bakma. Olur mu? Yusuf sahi sen nerelisin? Allah aşkına… Yusuf’tan Erzurumluyum lafını duyunca gözleri ışıldadı. Titrek bir ses tonuyla; o zaman sen Erzurumlu kızımın kardeşi olmalısın dedi. Kanaati Yusuf tarafından doğrulanınca, sevinciyle beraber ağlaması da arttı. Evladım, evladım….! Erzurum’un neresindensin? Yağmurcuk Köyünden. Babasının adını da öğrenince tatlı bir tebessüm ettikten sonra Yusuf’a; evladım beni iyi dinle… :Ben Erzurum’un Kümbet Köyündenim. Köyümden on yaşımda ayrıldım. Bursa’ya geldim. Yıllarca çalıştım, didindim. Çalışmalarımın semeresini aldım. Fabrikaları olan bir zengin oldum. Tatil için hanımımla buraya gelmiştim. Gel gör ki Allah’tan başımıza bu felaket geldi. Şimdi de bu çadırda oturmuş yardım bekler duruma düştük. Buna da çok şükür. İnsan ne oldum dememeli ne olacağım demeli. Şu an ben yetmiş beş yaşında bir adamım. Babanın zamanında çok ekmeğini yedim, suyunu içtim. Nefsim zengin olduktan sonra zekât dağıtanda bazen cimrilik edecek gibi olsa babanın cömertliğini aklıma getirip ziyadesiyle dağıtmaya özen gösteriyorum. Yusuf aradan geçen altmış beş yıllık zamanı düşündü. Dehşete düştü….Zira hayatında ikinci kez yüreği orta yerinden faylarla parçalanıyor, inanmadığı bir olayı daha iliklerine kadar yaşayarak öğreniyordu. Zira kardeşlerinden Behzat ona askerlik için gittiği Muş’ta eşkıyaların yolunu kestiğini Erzurumlu olduğunu ve babasının adını öğrenince çok ekmeğini yedik suyunu içtik diyerek eşkıyaların özür dileyip kendisine koyun keserek ikram ettiklerini anlatmıştı. O da bu kadarına da pes doğrusu diyerek bu olayı bir türlü kabullenmemişti. Abisinin olayı abarttığı kanaatindeydi. Ahmet Bey evladım, işin her ne olursa olsun. Bizim hiç çocuğumuz olmadı. Gel benim evladım ol. İşin başına geç, ben ölünce de servetim senin olur. Sahi geçer misin? Bunu yaparsan beni çok sevindirirsin dedi. Bu defa da Yusuf tebessüm ederek Ahmet amca: Bu benim ilkelerime aykırı: Ben öğretmenim, okulda öğrencilerime hep çocuklar alt yapısı olmayan her şey gecekondudur. Bu bir makam olur, diploma olur, zenginlik olur hiç fark etmez, alt yapısı olmadığı için bir gün gelir kolaylıkla elden çıkar derdim. Şimdi ben kendi ilkelerimi nasıl çiğnerim? Oluşmasında emeğimin olmadığı bir zenginlikten şimdi nasıl faydalanmayı kabul edebilirim diye sordu?

Mehmet Bey bu cevaba evlatlığını kabul ettiğini bildirecek cevaptan daha çok memnun oldu. Yerinden kalktı. Yusuf’u alnından öptü. Eşini yanına alarak geceyi geçirmek üzere arabasına yöneldi. Tüm itirazlarına aldırmadan Yusuf’u misafirimsin diyerek çadırında yatırdı. Kendisi ve hanımı sabaha kadar arabanın arka koltuğundaki daracık yerde sabahladı. Böylece biraz da olsa geçmişten kalma minnet borcunu ödemiş olmakla beraber kolaya konmayan erdemli bu genci de ödüllendirdiğini düşünüyordu… Çünkü iyilikler bengi suydu. Ne kadar zaman geçse de eskimiyor, hep yeni kalıyordu. Ölümlü insan iyilikleriyle abi hayat içiyor, ölümsüz oluyordu.

Reşat COŞKUN

Share this content:

Genel Araştırmalar