Lokanta

Lokanta

Lokanta

Şehir, kentsel dönüşümden henüz öldürücü darbesini almamıştı. Hayat bu kadim şehirde vaktin gölgesinde şekilleniyordu. Şehir bir ana, mahalleler onun evlatları hükmündeydi. Onun çeşitli meşrepte evlatları vardı. Bunlardan birisi de Dere Mahallesi idi. Yabancılar ayak parmak uçlarına bakarak burada ancak bir kez geçebilirdi. İkinci geçişin mümkün olmadığı bir yerdi.

Adeta mahalle sakinleri doğuştan birbirleriyle hısım akrabaydı. Büyükler sayılır, küçükler sevilir ve yoksullar korunurdu. Hele kapı komşuların bir birine tutkunluğu bugün baba oğul arasında olmayan bir tutkuydu. Ola ki komşulardan birisinin acil bir işi çıksa bir yere gitse gözü arkada kalmazdı. Okuldan veya işten gelen çocukları komşu kadınlardan birisi hemen evine alırdı. Allah o öğün ne verdiyse sofrayı kurar, kendi çocuklarıyla beraber onların bir güzel karınlarını doyururdu. Anneleri gelince çocukları götürür, kendi elleriyle sağ salim teslim ederdi.

Bu durum reşit olmayan çocuklar için geçerliydi. Büyüklerin eve alınması onlara hizmet edecek hemcinslerinden büyüklükte birisi varsa mümkündü. Rüştüne ermiş çocuklar kapılarını tıklatırlar, açan olmaz ise çarşının yolunu tutardırlar. Kapı önünde annelerinin eve dönmelerini beklemezdiler.

Anneleri aynı dergâhtan inabeli olan Duran ile Tarık günlerden Perşembe olduğunu unutmuşlar, iş dönüşü eve gelmişlerdi. Kapılarının erkek birsinin geldiğini belirten tok ses çıkaran tokmağını üç kez tıklatmışlardı. Kapıyı açan olmayınca da yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu iki kafadar aç ve bitap çarşının yolunu tutmuşlardı.

Nihayetinde Erzincan Kapı’da soluğu almışlardı. Burada iki köklü lokanta vardı. Birisi Vehbi Usta’nın işlettiği Güven Lokantası diğeri aynı zamanda mahalleden kapı komşuları olan Turan Amca’nın sahibi olduğu İrem Lokantası idi.

İki kafadar dostlukları kadar iştahlarıyla da insanlar arasında nam salmışlardı. Bu konuda kötü şöhret sahibi bile olmuşlardı. Duran yemeğin üzerine on sekiz kadayıf dolması, Tarık bir tepsi mantıyı tek başına yer, bana mısın demezdi. Onları doyurmak öyle her cömerdim diyenin yapacağı iş değildi.

Yine de ikisinin de vücudunda yemenin emaresi şişmanlıktan bir eser yoktu. Yedikleri içtikleri kaslarında yakıt oluyordu. Onu da yediklerinin hakkını veren bir çalışmayla yakıp eritiyorlardı.

Lokantasındaki döner kulübesinde döner kesmekle uğraşan Turan Amca işten kafasını kaldırmaya fırsat bulduğu bir anda komşu çocuklarının kapı önünde bir aşağı bir yukarı tekrar tekrar gidiş gelişlerini merakla izledi. Sonunda dayanamadı, soluğu kapının önünde aldı:

-Çocuklar, neden öyle deli tavuklar gibi bir aşağı bir yukarı gidip geliyorsunuz?

Duran:

-Hiç!

-Hiçi var mı? Sizi izlemekten başım döndü. Karnınız aç ise gelin doyurun.

Tarık:

-Turan Amca, evde kimse yok. Açlıktan ölüyoruz! iyi ya! Gelin, içeri karnınızı doyurun. Benim olduğu kadar, dükkân sizin de sayılır.

Duran:

– Allah’a şükür. Cebimizde paramız var. Biz paramızla yemek isteriz.

-O zaman ne duruyorsunuz? Girin içeri karnınızı doyurun.

-Pazarlık sünnettir. Yirmi lira verelim, karnımızı doyuralım – mı? Kabul mü?

-Girin içeriye keratalar, hiç vermeseniz ne çıkar.

Duran ile Tarık’ın lokantanın önünde bir aşağı bir yukarı gelip gitmeleri bu sözü duymak içindi. Vakur adımlarla bir bey edasıyla içeri girdiler. Boş buldukları masaya kuruldular. Garsonun ne istersiniz? Sualine: ” Hele sen bize çorba getir. Çorba yemeğin besmelesi gibidir. Onunla başlayalım. Gerisi kendiliğinden gelir, dediler.

Garsonun getirdiği çorbaları tek seferde kafalarına diktiler güzelce midelerine indirdiler. Bir, iki, üç tas derken, adam başı beş tas çorba içtiler. Sırası gelen sulu yemeklerin lokantadaki beş çeşidinden de birer kap yediler. Garsonlar burunlarından solumaya başlamakla beraber, içlerinden – doymuşlardır, kalkar giderler diye geçirmeye başlamışlardı da ki Duran ile Tarık ağız birliği etmişçesine ikişer porsiyon, döner siparişi verdiler. Ortaya da pilav istediler. Dolu gelen. iki porsiyonluk döner tabakları boş gidiyordu. Garsonlar artık dolu getirdikleri tabakları masaya bırakmak yerine adeta fırlatıyorlardı.

Erzurum deyimiyle. “Mendilsiz oynuyordular “Öfkeli bir halde bir o tarafa bir bu tarafa, şuursuzca dolaşıp duruyorlardı. Adeta koca lokantaya sığmaz olmuşlardı.

Duran:

-Oğlum, niye ele dilenci doyurur gibi davranıyorsunuz? Hem dilenci doyursanız bile böyle başa kalkarak iyilik olur ya mu? Biz burada paramızla karnımızı doyuruyoruz. Değil mi Turan Emi?

Turan Amca:

– Evet. Çocuklar haklı. Onlar ne istiyorlarsa verin. Söz ağız dan bir defa çıkar. Hz. Ali ne buyurmuş: ” Söz insanın esiridir, ağızdan çıkınca insan sözünün esiri olur.”

Tarık:

-Ağanın malı gidiyor, hizmetkârın canı gidiyor. Uşaklar size ne oluyor? Kendi lokantamızda paramızla yemek yiyoruz. Yine de biz sorun etmiyoruz. Siz sorun ediyorsunuz. Vehbi Usta’nın lokantasına gitmedik diye hatamı ettik! En sonun da tatlılardan nasiplenmek için siparişler verildi. Lokantada mevcut olan o gün ki üç çeşit tatlılardan da iki şer porsiyon yediler.

Duran:

-Tarık kardeş kalk gidelim. Karnımız tam da doymadı. Lakin analarımız eve dönmüştür. Gidelim evimizde karnımızı doyuralım, diyordu. Böylece uzakta döner kesen turan Amca’ya adeta sözünün eri olmadığını duyurmaya çalışıyordu.

Turan Amca istifini bozmadan kasaya geçti. Tarık’ın kendisine uzattığı yirmi lirayı aldı ve kasaya attı. Yeniden işinin başına geçti. Tabak taşımaktan yorgun düşen garsonlar onların lokantadan ayrılmasıyla derin bir nefes aldılar. Aradan iki hafta geçmişti. Olay yeni yeni küllenmeye başlamıştı. İki kafadar tekrar soluğu lokantanın önünde almıştı. Bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Kulübede döner kesmekte olan Turan Amca’nın kendilerini görerek dışarı- çıkıp; -“Ula uşaklar, niye öyle deli tavuklar gibi dolaşıyorsunuz?” Demesini bekliyorlardı. Öyle de oldu. Turan Amca onları gördü ve dışarıya çıktı. – Ula çocuklar niye öyle deli tavuklar gibi dolaşıyorsunuz, dedi?

Tarık:

Turan Amca, evde kimse yok. Karnımızı doyuralım yirmi lira verelim mi?

Bu sözü duyan Turan Amca’nın tepesinin tası attı. Çorba kepçesini kaptığı gibi Tarık ile Duranı önüne kattı. Çarşıda üçlü köşe kapmaca oynanmaya başlandı.

-Ula hel Karnımızı doyuralım yirmi lira verelim mi? Alıştınız. O gün siz yemekleri yediniz. Ben sözümü yememek için kendi kendimi yedim, bitirdim. Kalkmış gelmişsiniz, karnımızı doyuralım, yirmi lira verelim mi diyorsunuz. Tilki aynı gevene bir defa oturur.

Tarık ile Duran, Turan Usta’nın kepçesini yememek için topukları yağladılar. Bir yandan da ” Bedava demedik. Paramızla dedik,” diyerek gülüyorlardı. Böylece çarşı esnafına da eğlence çıkıyordu. Sonunda meselenin aslını öğrenen esnaf o gün ki mutluluklarını borçlu oldukları olayı tatlıya bağlamak istediler. Oduncunun getirerek Turan Usta’nın dükkânının önüne boşalttığı odunları Duran ile Tarık’a kendileri de yardım ettiler, elbirliğiyle içeri taşıdılar.

Esnafın araya girmesiyle Yirmi liraya karınlarını doyurmak üzere olmasa da lokantada bulunan her çeşitten bir porsiyon yemek üzere anlaştılar.                                                                                                                                      Reşat COŞKUN

Share this content:

Erzurum Araştırmaları